socratesXreflect_alt

Sarı Kitap

17 dk

1990'larda futbolsever bir çocuk olmanın en güzel ayrıntılarından biri de sarı ve yeşil kapaklı Dünya Kupası kitaplarıydı. Neslimizin başucu eserini kaleme alan Dünya Kupası seyyahı Ömer Altay; o kitapları, Dünya Kupası aşkını ve gazeteci olarak iştirak ettiği kupaları anlatıyor…

İlk başucu kitabım… Evin kütüphanesinde bulduğum, sarı kaplı, Maradona fotoğraflı, okumayı öğrendiğim o kitap… Ömer Altay'ın kaleme aldığı, İtalya 90 öncesinde Günaydın gazetesi tarafından okuyuculara sunulan ve Dünya Kupası tarihini anlatan 'sarı kitap' benim gibi birçok akranımı da etkiledi. 1986'dan bu yana toplam 18 Dünya Kupası ve olimpiyat oyununu yerinde izleyen, bugünlerde Katar hazırlıkları yapan Ömer Altay'ı aradığımda belki de bu yüzden biraz heyecanlıydım. Ömer Bey telefonu açtı, derdimi anlattım. Söyleşi yapmak yerine "Ben sizin için anılarımı yazar, gönderirim" dedi. Birkaç gün sonra 1986 ve 1990 Dünya Kupaları ağırlıklı yaklaşık 20 sayfalık mini bir 'sarı kitap' mail kutumda beni bekliyordu. Çocukluğumda o sarı kitaptan aldığım keyifle kelimesi kelimesine okudum yazdıklarını. Ama altı sayfaya indirme mecburiyetindeydim. Üzgünüm…

Konya'nın futbolla tanıştığı Ebüzziya Köşkü bahçesinde çocukluğum geçti. 1966 Dünya Kupası oynanırken henüz beş yaşındaydım. Gerçek anlamda hatırlarımı doldurabildiğim ilk Dünya Kupası Meksika 1970'tir. Radyodan takip ediliyordu maçlar. İleride yerel gazetede spor yazarlığı yapacak olan Mehmet (Vural) Ağabey'den alırdık ilk yorumları. Tafsilatlarını da radyodaki ajans haberlerinden ve mahalleye giren birkaç gazeteden…

1974 Dünya Kupası, TRT'den naklen yayımlandı. Henüz mahalleye televizyon girmemişti. Konya Zafer'de mağazanın vitrinine konan televizyondan kaçamak seyredebilme telaşındaydık. Arjantin 1978, Konya Maarif Koleji yıllarıma rastlıyordu. Hollandalı Rob Rensenbrink, Perulu Teofilo Cubillas ve Arjantinli Mario Kempes o günlerde futbol kahramanlarımızdı… Maçlar Türkiye saatiyle gece yarısı oynanıyordu. Televizyondan seyretmekle kalmıyor, maç anlatımlarını kasetlere alıyordum. Dünya Kupası arşivciliğim, o günlerde başlamıştı…

1980'de kolejden mezun olup yüksek öğrenim için gittiğim İstanbul'da hayatımın ikinci perdesi açılmış oldu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'nden mezun olduktan hemen sonra lisanımı geliştirmek için İngiltere'ye gittim. 1986 Baharı, Londra'daydım… Bir take-away'cide çalışıyordum. İşyerine henüz varmıştım, müşterinin bıraktığı bir gazeteyi elime aldım. Spor sayfasına göz attım. Bir haber ki aklımı başımdan aldı: "Maradona Londra'da… 1978 Dünya Kupası'nın şampiyon ekibinden Ossie Ardiles'in şerefine düzenlenen maçta Maradona da sahaya çıkıyor…" Maçın başlamasına da daha birkaç saat var… İş kıyafetimi çıkarttım, müdürün yanına gittim:

— Çıkıyorum ben.

— Neden, nereye?

— Acil, çok önemli bir durum…

— Nedir söyle?

"Maça gideceğim, Maradona'yı seyretmeye" diyemezdim elbette. "Gidersen işi bırakmış olursun, bir daha burada çalışamazsın!" dedi. Kimin umurunda? Çıktım, doğru White Hart Lane'e…

Maçın başlamasına yarım saatten az var. Cebimde de sadece 12 sterlin. Gişeye geldim, biletler 15 sterlin!.. Maç programı satan birini gördüm, bileğimden saati çıkardım, "Bilete param çıkışmıyor. Maradona'yı seyredeceğim, bana 3 sterlin lazım, al şu saati ver parayı, haftaya paranı getirir, saatimi alırım" dedim. Halimden anladı, 3 Elizabeth'i verirken muzip bir gülücükle seslendi:

— Haftaya gelmezsen saat benim!

— Peki, anlaştık…

Kendimi maça attım. Tottenham, Inter ile oynuyor. Maradona da sırtında Tottenham'ın 10 numaralı formasıyla sahada. Maradona'nın ekibinin 2-1'lik galibiyetiyle bitti maç. Ne golleri ne de golleri kimin attığını hatırlıyorum. Herkes gibi 90 dakika boyunca sadece Maradona'ya, onun topla hünerlerine odaklanmıştım. Maç çıkışı, Dalston'daki evime tam bir buçuk saatlik yürüyüş sonrasında dönebildim. Ne rehin bıraktığım saat ne de işten kovulmam aklımdaydı. O gece keyfimi hiçbir şey bozamazdı. Maradona'yı gördüm, Maradona'yı seyrettim ya…

Londra günlerimde, o yıllarda ülkemizin en yüksek tirajlı yayın organı olan Güneş'in İngiltere temsilciliğini de yürütüyordum. 1986 Yazı'nda Londra'dan Mexico City'ye geçtim. Gazetenin; Şansal Büyüka, Oğuz Tongsir, Orhan Şahin ve Fatih Terimli Dünya Kupası ekibinin en genciydim. Fatih Terim Galatasaray'da henüz jübilesini yapmış ve bizde futbol yorumculuğuna başlamıştı ama akreditasyonu bir türlü yapılmamıştı. Ben de Londra'dan Meksika'ya erken geçtiğim için Terim'in ilk maç biletini özel kanallardan temin etmiştim. Hangi maç mı? Arjantinİngiltere karşılaşması.

Elimde üç bilet vardı. Bir gün önce Mexico City'nin büyük bir otelinin karaborsacısından 100 küsur dolara satın almıştık... Ama Fatih Hoca son anda akredite olunca biletler boşa çıktı. Maç günü stadyumun önünde ikisini satmaya çalıştım ben de… 50 dolar istiyorum bakan yok. 40'a, 30'a, 20'ye düşüyorum nafile, alıcı çıkmıyor. Dipten satışı da denedim: "Haydi maça! Bilet 10 dolar!" Dakikalar kaldı maçın başlamasına. Panik… Zararın zararına satış… "Bedavadan da ucuz! Yok mu alan, 5 dolar!" Stadın önü hıncahınç, maçın biletini önceden almışlar. Kalabalık, lakin tek bir alıcısı yok yine… Başlama düdüğüne birkaç dakika kala son anda turnikeden geçip kendimi maça attım. 5 dolara bile satamadığım bir çift maç bileti de elimde…

Falkland Krizi nedeniyle çok stresli bir maç oldu. Maradona'nın ilk golünde tribündeki 120 bin kişiyle birlikte golü eliyle attığına şahitlik ettik. İkinci gol… O anlatılmaz, anlatsanız da inanan olmaz… O golde sanki izleyicilerle birlikte stadyumun kendisi de ayağa kalktı ve "Gooool" diye kükredi. Maradona eliyle attığı sahte golün kötü şöhretini, bu muhteşem golüyle silip attı. Asrın golüydü bu, Dünya Kupası tarihinde böyle bir gol atılmamıştı, belki de hiç atılmayacak. Yanımda oturan Türkiye Genç Milli Takımı Teknik Direktörü Feridun Köse'yle birbirimize baktık. Şoktaydık. Şöyle dediğimi hatırlıyorum: "Bu, bir golden çok fazlası!"

Londra dönüşü kısa bir süre daha Güneş'te çalıştıktan sonra 1989'da Günaydın'a geçtim. Spor Servisi Müdürü Talay Erker beni dış haberler sorumlusu olarak işe aldı. Associated Press'e aboneydik, koca gazetede dış dünyadan tek haber kaynağı bu ajansın teleksiydi. AP'nin haberleri ispirtolu mürekkeple tane tane ruloya dökülür; ben de spor içerikli olanları büyük heyecanla bekler, alır, tercüme edip haberleştirirdim. Onze, Guerin Sportivo, Match gibi yabancı dergileri de servise istettim. Spor sayfamızda dinamik bir dış haber yayını için uğraşıp durdum…

Bu dış haberler didişmesi içinde yazı işleri müdürüm Naci Yalınkılıç'a, gazete adına Dünya Kupası'na gitmek için günlerce dil döktüm. "Dur bir çaresine bakalım" dedi ve önce değerli spor müdürümüz Talay Erker, ardından da gazetemizin genel yönetmeni Seçkin Türesay'ın onaylarını çıkararak Günaydın'ın üç kişilik Dünya Kupası ekibi arasına adımı sıkıştırıverdi: Talay Erker, fotomuhabiri Yusuf Dursun ve Ömer Altay. Meksika 86'dan sonra, İtalya 90'ı da yerinde, canlı izleyebilecektim. Ardından gazete beni İtalya'ya gönderdi, bir dolu nakit parayla… Roma ve Milano'da kalacağımız otelleri ayarlayıp rezervasyonlarını ve ön ödemelerini de yaptım…

Döndüğümde deliler gibi Dünya Kupası'na çalıştım. Tüm kaynakları tek tek inceleyip, güncel gelişmeleri takip ettim. Yazıya da dökmeye başladım. Çalışmalarımı gösterdiğim Korkut Göze Ağabey, "Ömer, bu bilgiler Türkiye'de kimsede yok, resmen kitap olmuş, yalnızca sende kalmasın, paylaş" dedi. O an Dünya Kupası kitabımın temeli atılmıştı...

Maradona'nın Belçika maçındaki fotoğrafının bir benzeri... Teofilo Cubillas, Polonya savunması arasında.

Maradona'nın Belçika maçındaki fotoğrafının bir benzeri... Teofilo Cubillas, Polonya savunması arasında.

Korkut Ağabey, kitabın ara başlıklarla rahatlatılması gibi birkaç teknik bilgi ile işin özendiricisi oldu. Dünya Kupası'nın başlamasına altı ay kalmıştı. Evde, işte yazdım, yazdım. Tıkandığımda yabancı gazeteleri de telefonla arayıp bilgi ve fotoğraf destekleri aldım. Önce tek kitap olarak düşünmüştüm. Kupadan bir ay önce yayımlanacaktı. Kendi imkânlarımla ancak iki bin adet bastıracaktım. Pazarlığını ve matbaaya ön ödemesini de yaptım. Hatta kapağını da bastırdım… Fakat yine tıkandım!

Bilgilerim, yazdıklarım dolup taşıyor, mümkünü yok tek kitaba sığmıyordu. Üstelik vakit de daralmıştı. Talay Erker ile bu açmazımı paylaştım. Şunu söyledi: "Bak Ömer, yaptığın çok güzel iş oldu. İstersen bu kitabı gazete bastırsın, tüm okuyucularına dağıtsın. Ben bir yönetimle konuşayım, ne dersin?" Bir saat sonra, Günaydın Genel Yönetmeni Seçkin Türesay'ın odasındaydım… Masadaki telefonuna davrandı: "Matbaamızın teknik müdürleri odama gelsinler, hemen istiyorum!" İki dakika bile geçmedi, kapı çalındı. Türesay matbaa amirlerine sordu:

— Bu kitabı basacağız, tirajımızı pompalayacak. 1 milyon baskı. Herkes Dünya Kupası'nı konuşuyor, promosyon dağıtacağız tüm okuyucularımıza, yetişir mi?'

— Efendim biliyorsunuz, tüm makinelerimizin işleri programlı. Marmara taşrası, boyaların temizliği, sonra İstanbul baskısı!

— Kitabı iki cilde böleceğiz, ilkini 15 gün sonra dağıtacağız… İkinci cildini de kupon karşılığı, Dünya Kupası başlarken dağıtacağız… Soruyorum size şimdi, yetişir mi!..

— Efendim yetişmez ama yetiştiririz!

— Tamam baskı için hazırlığınızı yapın. Makineleri, ek vardiyaları ayarlayın!

Bana döndü sonra, "Eline sağlık, güzel olmuş, niye daha önce yanıma gelmedin? Kitaba biraz daha el atmak lazım, grafik servisimiz mizanpajı biraz daha düzenlesin. 5 gün içinde baskıya hazır istiyorum. Ben konuşacağım, kitap baskıya girene kadar grafik servisinde çalışıyorsun, unutma!" Odadan ayrılırken içimi bir korku sardı… Daha eksik yazılar var, düzeltmeler bile tam bitmedi. Ya aday kadrodaki futbolcular sakatlanır, kadrolar değişirse? Beni en çok korkutan da "1 milyon tiraj" lafı idi. Mütevazı bir şekilde iki bin bastıracaktım kendimce. Bir milyon baskı da nereden çıktı! Ya kitapta yanlışlar çıkarsa…

O zamanlar baskı çok zahmetli bir işti. Eşim Nilgün, Esentepe'deki işinden doğruca gazeteye geliyor, geceleri de grafik servisinde birlikte çalışıyor, nefes nefese son vapura yetişiyorduk. Bu arada gazete, uluslararası fotoğraf ajanslarından Dünya Kupası futbolcularının fotoğraflarını almış, Guerin Sportivo'nun futbolcu çizimlerini de kullanabileceğimiz söylenmişti. İstihbarat şefimiz Esat Yılmaer de Jupp Derwall'le temas kurdu. Derwall, ilk kitabın önsözünü yazdı. 'Sarı kitap', beş günde baskıya gönderildi. Ardından da ikinci kitabın maratonu başladı…

İkinci kitabın kapak rengi tartışmaya açıldı. Yine sarı olsun dendi fakat matbaada, dağıtımda, depoda karışır, büyük kaos yaşanır düşüncesiyle vazgeçildi. Fenerbahçeliler lacivert olsun diye bastırdı. Galatasaraylılar da kırmızı, hiç değilse koyu pembe olmasını istediler. Siyah isteyenler de haliyle Beşiktaş tutkunlarıydı. İki cilt bir araya geldiğinde, futbol taraftarı okuyucularımızı gücendirmeyelim diye yeşil renk uygun görüldü. O günlerde ben, AP teleksinden düşen her bir Dünya Kupası öncesi haberini de ikinci kitaba sıkıştırma telaşını yaşıyordum.

Cep telefonu, tablet, internet o günlerde düşlerimize bile sızmamıştı. Halkın tüm haber ihtiyacını gece 20.00'deki TRT Ana Haberleri ve gazeteler karşılıyordu. İlk kitap, Dünya Kupası'nın başlamasına yaklaşık 15 gün kala, Oğuz Çetin, Cüneyt Tanman ve Gökhan Keskin'in oynadığı televizyon reklamlarının ardından gazeteyle birlikte dağıtıldı. Kümülatif 1 milyon 40 bin adet basıldığını öğrendim.

Ertesi sabah Fıstıkağacı'ndaki evimden çıkıp iskeleye indim. İşe gitmek için Eminönü vapuruna bindim. Gördüğüm manzara karşısında şok oldum. Vapurdaki tüm yolcular o gün Günaydın almıştı. Hepsinin elinde sarı kitap… Bu tablo ne kadar gururumu okşasa da arka kapaktaki fotoğrafımdan tanınırım diye çekindim, hemen oradan kaçtım, yolculuğuma yan tarafta güvertede devam ettim. İnsanlar, İtalya 90 öncesinde Üsküdar-Eminönü arası bu kısa vapur seyahatinde, 1930 Uruguay'dan başlayarak Dünya Kupası yolculuğuna çıkmışlardı bile…

"Vapurdaki tüm yolcular o gün Günaydın almıştı. Hepsinin elinde sarı kitap…"

"Vapurdaki tüm yolcular o gün Günaydın almıştı. Hepsinin elinde sarı kitap…"

1990 Dünya Kupası'nda Arjantin-Kamerun açılış maçına 48 saat var. Milliyet'ten muhabir arkadaşlarım Halil Özer ve Turgay Örme ile Arjantin'in Milano yakınlarındaki kampına gidiyoruz. Otobüsle kampa yakın bir mevkiye geldik ama kampa ulaşamıyoruz, araç yok. Salaş bir büfe gördük, önünde minibüs ve birkaç İtalyan genci. "Bizi Arezzo'ya, Arjantin kampına götürür müsünüz? Kaç liret isterseniz veririz." Gözü tok gençlerin, kafaları da güzel… "Birra" dediler sadece, büfeden iki soğuk bira karşılığı bizi arabalarına aldılar. Alkol limitini çoktan aşmış genç şoförümüzün kullandığı minibüs 20 dakikalık mesafenin sonunda bizi sağ salim Arjantin kampına getirdi…

Önce Arjantinli futbolcular antrenman sahasına doluştu, kısa bir süre sonra da Maradona tek başına çıktı. Kendisine el sallayan küçük kızlarına öpücük yolladı, hızla antrenman sahasına girdi. Değil konuşmak, yan yana gelmek bile mümkün değil. Topu büyük bir hünerle ayaklarında dolaştırıp kafasında gezdiriyor, aynı anda saha kenarında deklanşörler şakırdıyordu…

Antrenman bittiğinde, tel örgülerle çevrili sahanın hemen çıkışında eşim Nilgün, kapağında Maradona resmi olan Dünya Kupası kitabını ve kalemi uzatıp imzalamasını rica etti; "Lütfen, Maradona!" O âna kadar koşar adım hızla kamp tesisine yönelmeye kararlı olan Arjantinli aniden durdu, kalemi alıp sarı kitabı imzalarken, ben de sordum:

— Arjantin'i yine şampiyon yapacak mısın?

— Tabii, tabii… Arjantin yine şampiyon… Argentina champion…

Devamında ağzından birkaç sözcük daha çıktı, hemen yanı başındayım ama ben bile anlamadım… Tel örgülerin hemen önünde üç kişiyken çevremiz bir anda arı kovanı gibi doldu. 72 milletten onlarca gazetecinin çemberindeydik. Herkes aynı anda bir şeyler sormaya başlıyor, anlamsız bir gürültü... İmzaladığı kitabı alelacele eşime geri teslim ederken, ben soru sorma çabasındaydım. "Beğendin mi yaptığını, beni çok oyaladın" dercesine yüzüme öyle sitem yüklü bir bakış attı ki Maradona… Mahcubiyetimle röportaj çabam arasında bocalarken bana "Keselim… Burası çok karıştı" dedi. Ardından kalabalığı yarıp koşarak kamp tesisine yöneldi… İşte size tadımlık bir Maradona röportajı. Neresinden tutacak, neresini yazacaksın! Daha komiği, Maradona'yla konuşamayan İtalyan, Alman, Meksikalı bilumum milletten ne kadar gazeteci varsa hepsi etrafımı sarıp benim ağzımdan, Maradona kaynaklı bir çift laf, demeç almaya çalışmaz mı! Ne diyeyim şimdi? "Oynayacağız, yine şampiyon olacağız!.."

Torino'daki Brezilya-İskoçya maçı henüz bitmişti. Fotomuhabiri abim Yusuf Dursun'la özel haber kovalıyorduk. Gecenin karanlığında fal taşı gibi açılan gözlerimde bir anda flaşlar çaktı. Bir yanımda çocukluk kahramanım Cubillas, öbür yanımda az önce İskoçya karşısında giydiği formasını bile henüz üzerinden çıkarmamış Romario. Nedense takım arkadaşlarından ayrı, tek başına bir arabanın içinde oturuyordu… Ama benim çocukluğum ağır bastı, Romario'yu es geçip Cubillas'a yöneldim. Laf atmakta hiç tereddüt etmedim: "Sensin, sen Cubillas…" Başını hafifçe eğip onayladı… "Arjantin 78'de İskoçya'ya attığın gol Dünya Kupası harikasıydı" dedim, hoşuna gitti. Önce gözleri ışıldadı, ardından dudakları gevşeyip yayılarak gülümsedi… "Ben de çok seviyorum o golümü" demekle yetindi. Yusuf Abi'ye göz işaretiyle rica ettim, peş peşe deklanşörüne bastı ve fotoğraflarımızı çekti. Konuşmayı sürdürmek istiyordum ki Perulu uyardı: "Bak Romario burada. Kimse yokken bu röportaj fırsatını kaçırmayalım." 12 yıl önceki Dünya Kupası'nın yıldızı, acemi bir spor muhabiriydi. Çekingenliğini sezinledim, "Sen niçin konuşmuyorsun?" diyecek oldum, o erken davrandı: "Sen git. Başla konuşmaya, ben de geliyorum."

Hemen beş metre önümüzdeydi Brezilyalı; "Merhaba Romario… Maç nasıldı, senin durumun?" Arabanın kapısını açtı, röportajımıza başladık… Sakatlığından söz etti. Brezilya daha iyi olacak falan derken, haberi alan tüm akredite gazeteci ve televizyoncular etrafımıza üşüştü. Bu anaforda, dünya televizyonlarının kameraları da etrafımızı kuşatmıştı. Peş peşe sorular yöneltiyordum, Romario da yanıtlıyordu. Röportajıma kimse müdahale etmedi. Herkes çekim telaşındaydı. Artık, tüm dünya medyasına röportaj yapıyordum. Bir-iki dakika geçti, geçmedi. Medya kalabalığında uğultular yükseldi, Brezilyalı teknik ekip, futbolcularını alıp soyunma odasına götürdü. Ben seyredemedim ama aynı gece İtalya televizyonunda tekrar tekrar ekranlara getirilmiş bu röportajım. Ertesi gün gazeteci arkadaşlar; "Ömer Altay, Romario röportajını RAI'den izledik. İtalyan televizyonlarına da ekstra çalışıyorsun. Bravo valla…" diye takıldılar.

Roberto Baggio

Roberto Baggio

Dünya Kupası'nın başlamasına bir hafta kalmıştı. İtalya antrenörü Azeglio Vicini, Fransız Cannes takımı karşısında ekibini test edecekti. Özel maç Arezzo'da küçük bir sahada oynanıyordu. Dünya Kupası akreditem muhabir kategorisindeydi. Fotomuhabiri sıfatı taşımasam da o gün göz yumulmuş, maçtan önce sahaya girmeme izin verilmişti. Zenga, Vialli, Bergomi gibi birkaç İtalyan futbolcu ile ayaküstü konuştuktan sonra, yedek kulübesindeki Roberto Baggio'yu gözüme kestirdim. Benim yedek kulübesine oturup konuşmam hiç olmazdı.

Bir an göz göze geldiğimiz Roberto Baggio'ya, yanıma gelmesi için işaretle ricada bulundum. Baggio şöyle etrafına bir bakındı, henüz antrenörleri ortalıkta yok. Yanındakilerin de "Ne duruyorsun, gitsene!" minvalinde teşvikiyle yanıma geldi. Henüz selamlaşmış, daha lafa girememiştik ki Vicini bir anda başımızda bitivermesin mi! Maçın başlamasına neredeyse saniyeler kala futbolcusunu, saha içinde röportajda görünce fena kızmıştı. Baggio'ya bağıra çağıra bir şeyler söyledi. Tabii İtalyanca. İyi ki de anlamadım… Baggio, "Ben kaçtım" dercesine aniden yanımdan sıvışıp, koşar adım yedek kulübesine geçerek yerine oturdu. Donakaldım… Bir daha göz göze geldiğimizde Baggio, yarı özür, yarı sitemli bakışla, "Bu hiç iyi olmadı" dercesine başını sallıyordu. Ona gaz veren kulübedeki arkadaşları Baggio ile dalga geçiyorlardı…

Futbolseverler çok iyi hatırlar, Kolombiya Milli Takımı'nda Carlos Alberto Valderrama isminde sarı, kabarık, kıvırcık saçlarıyla ünlü bir futbolcu vardı. İtalya'daki Kolombiya kampına gitmeden Fenerbahçeli yöneticiler, arkadaşım Bekir Hazar vasıtasıyla bana ulaşıp Dünya Kupası'nda bazı futbolcularla transfer görüşmesi yapmamı istediler. Bu işler hassas, ben olaya pek girmek istemesem de lisanım olduğu için ihale bende kaldı. Sorduk, "Yarın Valderrama ile görüşeceğim, Fenerbahçe'ye uyar mı, ister misiniz?" "Harika olur" dendi. Ertesi gün kampta Valderrama'ya "Seni Fenerbahçe'ye transfer edelim, ister misin?" diye sordum. Bir de baktım Kolombiyalı da istekli. Türkiye'den gelen diğer gazeteci arkadaşlara da haber verdik ve mecburen kendi icadımız transfer girişimini haberleştirdik. Kendin pişir kendin ye: "Valderrama Fenerbahçe'ye geliyor!" Valderrama'nın Fenerbahçe transferinin akıbeti mi? Parada anlaşılamayınca iş yattı.

Socrates Dergi