socratesXreflect_alt

Reverans

20 dk

Metin Akpınar ürettikleri, söyledikleri ve duruşu ile ülke sanat tarihinin önemli isimlerinden biri oldu. Yaşayan efsane ile tiyatro aşkını, kabareyle olan sıkı bağını ve değişen Türkiye'yi konuştuk.

Sigarasını alır, misafir gelmediği müddetçe kullanılmayan o odaya girer, kapıyı da kapatırdı. Sonra kasetin teybe takıldığını anladığımız o ses duyulur ve kahkahalar başlardı. Devekuşu Kabare ve Metin Akpınar, benim hayatıma babam Metin Özgen'in stresli Fenerbahçe maçlarından önceki bu rahatlama ritüeli ile 1990'ların başında girdi ve hiç çıkmadı. Zaten Akpınar da üretimiyle, söyledikleriyle ve duruşuyla kendini hiç unutturmadı. Son iki yılda ise Selçuk Metin'in çektiği İyi ki Yapmışım belgeseli, Zeynep Miraç Taner'in kaleme aldığı Sahneye Adanmış Bir Ömür kitabı ve son olarak yine Zeynep Hanım'la BKM'de gerçekleştirdikleri Metin Akpınar ile Muhabbet, Z Kuşağı'nın da dahil olduğu izleyicisini selamlamaya devam etti.

Caner Eler'le birlikte Akpınar'ın karşısına oturduğumuzda aklımızda kabareye, sinemaya, Aksaray'a, Beyoğlu'na ve İstanbul'a dair birçok soru vardı ama birer röportajcıdan çok birer hayran gibi heyecanlıydık. Söyleşi, Akpınar ile fotoğrafçımız Didem Kendik'in 'profil diyaloğuyla' başladı:

— Bu tarafım Abdülhamid'dir, bu tarafım Fatih.

— Tercihiniz?

— Fatih Sultan Mehmet.

Son aylarda sık konuşuldu; komedi eskiyen bir şey mi? Güldüklerimizin modası geçebilir mi?

Tabii. Gülmece değişir. Sanatın bu kolu; dile, genel kültüre de bağlıdır. Öte yandan popülasyon değişiyor, sanat tüketicisi değişiyor. Siyasal iklim, sanat iklimi, mizah iklimi... Onlar da değişiyor. Bunlar değişince de komedi değişiyor. Bizim kabaredeki ana yapımız geleneksel Türk tiyatrosuna, Karagöz-Hacivat ortaoyununa dayanıyordu. Öte taraftan Haldun Bey'in (Taner) "Artık bunu yaşatmak çok zordur. Belki estetik bir kaygı ile daha başka bir format içerisinde anılabilir" mantığından hareketle, bu geleneği çağdaş kabare tiyatroları ile birleştirerek bir ara formül bulduk. Bu nedenle bizim oyunlar hâlâ tutuyor. 32 sene oldu kabareyi kapatalı. Kapatmadan 10 yıl evvel oynadığımız oyunlara dair bile sorular geliyor BKM'de. Taze kalmış. Dehşet içinde kalıyorum. Acaba biz mi çok öncül göz sahibiydik de geleceği yakaladık yoksa millet mi hiç kımıldamadı yerinden, bilemiyorum. (Gülüyor.) İkisi de galiba.

Geçenlerde Jethro Tull'ın konserine gittim. Dedelerin torunları ile bir müzik grubunu dinlemeye geldiği bir ortam vardı. Bu bütün sanatlar için geçerli sanırım; 60'ların sonundaki o sanat patlaması gibi onyılları etkileyen bir hareketin yaşanması günümüzde daha zor sanki?

Kabare de dünyadaki iklimin en yoğun olduğu; şair, filozof, politikacı olarak iyi bir iklimin geliştiği ortamda doğuyor. Bence bu çok önemli. Hepsini inkâr ederek doğuyor. Daha evvel hiçbir yönetmenin yapmadığı, hiçbir uygulamanın olmadığı; biraz dadaizmden biraz varoluşçuluktan yararlanan bir tür. Çok da ciddi reaksiyon alıyor sanat tüketicisinden. O da yine iklime bağlı. Bugün içinse maalesef şunu söyleyeceğim: Sıkıyönetim dönemlerinde bile daha özgürdük. Kenan Evren bile oyunumuza geldi. Zeki'nin (Alasya) babası, Kenan Evren'in Bursa Askeri Lisesi'nden hocasıymış, o etkili oldu ama geldi. Şimdi o esprileri yapsak, 299'dan yargılarlar.

Haldun Bey'in kabare fikrine itiraz ettiğinizi belirtiyorsunuz. Hangi aşamada ikna oldunuz?

İlk oyunda. Bilmediğim bir şeydi. Haldun Hoca'ya da "Daha adını bile bilmiyoruz, nasıl yapacağız?" demiştim. O dönemde tiyatronun da ne olduğunu bilmiyorduk gerçi. Haldun Bey bize kabarenin zeki insanlar tarafından yazılan, zeki insanlar tarafından oynanan, zeki bir popülasyonun izlediği rafine bir sanat dalı olduğunu anlattı. Bizi de ortak olarak kabul etti. Bizim için büyük bir mazhariyetti bu. O yüzden de ikna olduk.

Daha sonra Haldun Hoca, kabarenin büyümesine, ideal formatından saptığı gerekçesiyle karşı çıktı. Biz de sanatın büyük popülasyonlara ulaşması bakımından kendisine karşı çıktık. Onun için Ahmet (Gülhan) ve Haldun Bey ayrıldılar onuncu yıl sonunda. Biz, Zeki ile beraber devam ettik. Bugünkü 'box office'imizi hazırlayan ortamı da orada yakaladık diye düşünüyorum. Hem 7'den 70'e herkese hitap edeceksiniz hem rafine espri isteyen aradığını bulacak hem daha apaş, daha bohem sanat izlemek isteyen gelecek, birbirlerine katlanacaklar ve bu da demokratik bir ortam yaratacak. Bunu sağladığımız iyi oldu diye düşünüyorum. Yaptığımız işten pişman değiliz.

Özveri

Zeki Alasya ile olan uyumunuzda doğal bir iletişimden söz edebiliriz herhalde?

Yetiştiğimiz ve beslendiğimiz kültürde bir ortak yanımız vardı. Ben yazgıcı filan değilim ama fenomenler ya da hadiseler dediğimiz olaylar dizisinde ortak yanlarımız çoktur. O Lalelili, ben Aksaraylıyım. Babalarımız aynı firmada çalışıyorlardı. Rahmetli annelerimizin cenazeleri aynı camiden kalktı. Böyle ortak yanlarımız var ama tüm bunların üzerine kurduğumuz iletişim ve uyumun kaynağı, gerçekten demokratik olmayı öğrenebilmemizdir. Özveridir mesela. Tarafların birbirlerine karşı özverisi. Kader birliği, demokratlık... Tartışılamayan, anlaşılamayan konuları tartışmak ve anlaşmak için ertelemek, anlaşılanlarla yola devam etmek. Bunlar çok önemli şeylerdir. İki ortağın bizatihi yarış olan bir sektörde kavga dövüş olmadan bu kadar uzun yıllar birlikte olması aşağı yukarı olanaksızdır. Bunu biz bu gerçeklerle sağladık. Onun için keyifli ve güzeldi. Bize yıllarca "Bunlar ayrılmıyor. Bunlar kardeşler" diye bağırdılar. Ayrıldık, bu sefer de "Ulan neden ayrıldınız? Ne kadar güzel gidiyordunuz" dediler.

O sıralar 60'larda, özellikle de 70'lerde okuduğunuz ve izlediğiniz şeyler muhakkak sizi etkilemiştir. O ortamı nasıl anlatırsınız?

Kitap olarak çok zengindi. Daha çok yakın tarih, tıp, psikoloji... Biraz politika ile ilgiliydim. Daha doğrusu karşılıklı okuyup çalışırdım. Mesela hiç yatarak kitap okuyamam. Masada okuyacağım, yanımda da not defterim olacak. Olanları yazacağım. Öyle bir çalışma tarzım vardı. Dünya klasiklerini erken okudum. Tiyatronun aktif olduğu yıllarda ise yeni çıkan her kitabı okurdum. Kütüphanemi Ataşehir'deki Rıfat Ilgaz Kütüphanesi'ne hediye ettim. Taşımaya gelen arkadaşlar "Hepsini okudun mu abi bunların?" diye sordular.

Tiyatro tarafında... Biz 1967'de kurulduk. 1970'li yıllarda Beyoğlu'nda 42 tane tiyatro vardı. Her akşam 2500 sanat tüketicisi, sanat almaya gelirdi. Bu bence varılmış çok iyi bir noktadır. Bugün dahi tiyatro olmayan illerimiz çok. Devlet Tiyatrosu, ancak Türkiye'nin yarısına hitap edebiliyor. "Türkiye'de tiyatro var mı?" diye sorarsanız, aritmetik olarak yok. O devirde özellikle de İstanbul, Ankara, İzmir'de... Çok enteresandır Denizli'de, Kütahya'da çok iyi bir kitlemiz vardı. Tabii yine eşraf, memur, sermaye geliyor. Onların entelektüel yapısı ortalama vatandaşa göre yukarıda olduğu için daha iyi reaksiyon alırdık. Ancak kültür de bence o dönemde çok daha iyiydi. Tiyatroya verilen önem daha çoktu.

1964'te profesyonel oldum, bu yaşa geldim, tiyatronun bir ülkenin vazgeçilmezi olduğu inancının bu ülkede olmadığını tespit ettim. Bir ülkenin iyi ülke, bir insanın iyi insan sayılması için sanatın, tiyatronun, tiyatro özelinde kabarenin gereksinim olduğuna dair bir inanç yok. Zorla, dayatarak, kandırarak kabul ettirmeye çalıştık. Başarılı da olduk. O da böyle bir nüvenin olduğunu gösterdi. Yenilik de büyük avantajdı. İlk defa öyle bir şey yapılıyordu. Seyircimiz, teknik ekibimiz, ışıkçılarımız, yazarlarımız hep birlikte kabareyi öğrenerek büyüdük.

Neden kabare toplum için o kadar önemli?

Bunun için kitap yazılır ama bir şeyler mırıldanmaya çalışayım... Benim tespitimde tiyatro, empati kültürünün mabedidir. Kabare tiyatrosunda sahneye gelen insan, sahnede olan aktörle, olayla özdeşleşir. Fos pozisyonda olan insana güler, kahramanı da alkışlar. Orada bir kendini birinin yerine koyuş, kendini sorgulama vardır. Kahramansa "Ben de kahramanım" diye övünür, gülünç olan gibi değilse de "Ben bu değilim" diye sevinir. Bu, kendini sorgulamayı getirir. O nedenle de hem empati kültürünün hem de 'biz' paradigmasının mabedidir tiyatro. Kabare, bunu daha net ve daha cesur yaptığı için bu bağlamda daha verimli olur. Bu yüzden de toplumlar için vazgeçilmezdir.

Tıp bakımından incelersek... Beynimizin aktivitesi belli Hz'lerde dalgalar salgılıyor; delta, teta, beta... Özellikle mimik, söylem ve eylemin anlatıldığı Beta dalgası. Biz sahneye çıktığımızda zaten potansiyelimizin yüzde 70'i ile varız. Yüzde 90'a kadar çıkar hatta. Güncel hayatta 30-35 civarıdır bu. Orada yaydığımız dalga, izleyicinin aynı merkezlerini aktive ediyor. Buradan da doğal bir özdeşleşme doğuyor. Beğendiyse ellerini çırpmak suretiyle garip seslerle bunu belli ediyor ya da gülerek, yüz sinirleri takallüs ederek hatta kahkaha atarak hem ciğerlerine hem beynine oksijen gitmesini sağlıyor. Bu bakımdan da kabare faydalıdır ve vazgeçilmezdir diyorum.

Devekuşu Kabare'nin bir oyunundan...

Devekuşu Kabare'nin bir oyunundan...

Sizi zenginleştiren mahalle ortamı ve yaptığınız gözlemlerin de seyirciyi yakalamada katkısı büyük olsa gerek?

O çok önemli. Konak müthiş bir kaynaktı. İbrahim Etem Ulagay Kimyaevi'nde çalışan insanların lojmanıydı o konak. Her sınıftan insan vardı. Ustabaşı, amele, marangoz... Müthiş bir folklordu. Popülasyonların devamlı kullandıkları folklor bir harç oluyor. Ne yazık ki her zaman üzülerek söylüyorum, o folklordan, o kolajdan özümsenmiş bir kültürümüz olmadı. Hâlâ da yok.

Toplama-avcılık döneminde insan, avı vurduğu zaman, gelip yediğinde çeşitli hareket ve mimikle garip nidalar çıkararak anlatmak istiyor. İşte tiyatronun doğuşu o! Bir olayı gözlemleyip, oradan özümseyip kendi bünyesinde eritip izah etmektir ana yapısı. Benim için de o konak, hem tipleri gözlemleyip hem taklit etmeme yardımcı olan muazzam bir kaynak oldu.

Bir de şu var; sosyal psikiyatrik bir olgu diye anlatmak istiyorum. Şimdi ben gözlemledim; Aksaray'da kabadayı abilerimiz vardı, efsanelerdi onlar... Onları izledik; onlar gibi davranırsın, onlar gibi yürür, silahı onlar gibi kullanırsın... Kabadayı oynadığım zaman onu oynarım. Sarhoşu iyi oynarım, niye? Zaten sofrada büyüdüm, sofrada devam ettim. Öte yandan ben hiç padişah görmedim, padişah da oynadım. Seyirci de görmemişti ama "Ne güzel padişah oynuyor!" dediler. Demek ki aktör ile sanat izleyicisi arasında kurulan, aktörün gözlemine dayananın dışında başka da bir şey var. Bunu biraz aşan, biraz daha ileriye taşıyan bir şey. Hem insanın kendini sorgulamasını sağlaması hem varılamayacak yerlere varmayı düşünmesi bakımından da çok ilginç ve irdelenmesi gereken bir olgudur. Bu söylediğim fena değil, bunu iki defa yazın. (Gülüyor.)

Aksaray'daki insan yelpazesine ve o kültürün sizdeki etkilerine dönersek...

Aksaray'dan çıkmazsak sevinirim. (Gülüyor.) 37 yaşına kadar Aksaray'da yaşadım. Aksaray, Yenikapı, Kumkapı... Oradan beslendim. Onlarla yoğrulduk ve bir altyapı oldu. Bu popülasyon biraz sömürülmüş, biraz inkâr edilmiş bir popülasyondu. Gelir seviyesi orta ve ortanın altında olan... Kültür seviyesi de bir bakıma öyleydi. O yüzden de sol tandanslı büyüdük. Bunların hakkını aramayı, daha olumlu bir çizgiye taşımayı düşündük. Abilerimizden, eski komünistlerden de öyle eğitim aldık. Hepsi birleşince biz olduk. Benlik, kimlik, kişilik, bilgi birikimi artı karakter; bu yapıyı kurduğunuz zaman 'siz' oluyorsunuz. Elbette geleneksel şeyleri taşıyoruz, onlar bizim alınyazımız ama çevreyi de inkâr etmeyeceksin. İnsanı insan yapan odur. İşte Aksaray kültürü de beni ben yapan olgudur.

Belki sizi sahnede canlı izleyenlerle o bahsettiğiniz özdeşleşmeyi sağlamak daha kolay. Yalnız sizde başka bir durum daha var: Sizi sahnede izleyemeyen nesilleri de etkileme...

BKM'de yaptığımız son olayda çok net yakaladık onu Zeynep'le. Çalışmanın başında bir anket yapıyordu Zeynep: "Metin Akpınar'ı sahnede canlı izleyenler kimler?" 6 ile 80 yaş aralığında izleyicimizin üçte biri izlemiş. Daha genç olanlar filmlerden, videolardan izleyenler. En gençler de YouTube'dan. Hepsi de üçte bir, üçte bir, üçte bir. Şunu gördüm ki, bitmemiş. 32 yıl oldu kabareyi kapatalı. 1967'den o yıla kadar oynadığımız oyunları düşünün... Bellek bakımından çok kolay muhafaza edilebilecek bir şey değil. Bu kadar taze olması beni çok sevindirdi. Tabii biz kabareyi kapattıktan sonra da katılımlarımızla, röportajlarımızla başka bir 'duruş' diye tabir edilen, 'durduğu yer' diye anlatılan şeye özen gösterdik. O da devam ettirmiş.

Düşünün, Türkiye'nin şu an geçmiş olduğu süreçte siyasete, geçim darlığına girmeyen, sadece güzel sanatlarla ilgili bir iklimde sizi ayakta alkışlayıp ayakta gönderiyorlar ve onlar da mutlu olup çıkıyorlar. Bu bence ulaşılması zor, müthiş bir şey. Her oyuncu arkadaşımın başına gelir inşallah.

Aksaray, 1970'ler...

Aksaray, 1970'ler...

1990'ların başında bizim evin bir ritüeli mevcuttu. O zaman misafir odası diye bir kavram vardı. Pek kullanılmazdı o odalar. Babam, her Fenerbahçe maçı öncesinde o odaya girer, teybe sizin bir oyununuzu takar ve gülmeye başlardı. Fenerbahçe yenilirse maçtan sonra da bu devam ederdi. O kompakt kasetlerin etkisi de bizim kuşak için çok büyüktü. O fikir nasıl çıktı?

Passiflora olarak kullanıyormuş bizi. (Gülüyor.) Ses çok önemli bir şey. Görsel olduğu zaman gördüğünüzü yorumlayıp gördüğünüzü anımsıyorsunuz. İşitsel olduğunda sahneyi kendi beyninizde üretiyorsunuz. O bakımdan daha geniş bir yelpaze. Sanat tüketicisini özgür bırakıyor. O yüzden o kasetler, VHS'lerden daha yaygındı.

Orhan Gencebay'ın kardeşi Burhan Kencebay vardı, zengin oldu bizim sayemizde. Onlar üretiyordu kasetleri, biz de telif filan bilmediğimiz için "Hı hı" deyip veriyorduk. Hâlâ bile benim arkadaşlarım, işe gidip gelirken o kasetleri koyup müsekkin olarak yararlanıyorlar.

Geçenlerde Beyoğlu Beyoğlu oyununu bir kez daha izledim. Orada Beyoğlu'nun değişimi üzerinden bir anlatı, eleştiri var. Misal, masaya kemancı gelir, "Bunlar eskiden yoktu, Beyaz Ruslar getirdi" şikâyetini duyarız. Bugünlerde de yine o kemancıların olduğu dönemi özlüyoruz. Burada bir paradoks yok mu? Bugünkü değişim de normal bir dönüşümün parçası mı?

Tabii ama tanınmaz halde. Bugün çıktığınız zaman Beyoğlu'na herhangi bir ülkede ortalama altında bir kasabada dolaşıyor hissine kapılırsınız. Eskiden bizim yaşadığımız Beyoğlu'nda payvonlarda kıyafet değiştirecek zamanları olmadığında örneğin Konya kaşık cekibiyse, o giysilerle dolaşırlardı. Bizi bu şaşırtırdı. Ancak bugün Beyoğlu'nda hiçbir şeye şaşırmazsınız. Garip bir durum oldu.

Ben bunu şöyle tespit ettim: Beyoğlu'nda kafeterya vardı, Atlantik Büfe. Sosis porsiyon yapardı. Yanında da patates verilir, biraz da lahana ve sirke Alman usulü... Onlar da konur... O zamanki Beyoğlu'na gelen arkadaşların yaşamında bir yenilikti. Onun hemen yanındaki sokağın içinde Yeni Melek Sineması vardı. Onun yanında da bir arabada pilav satan adam. Pirinci, tereyağı, biraz sıvıyağ, nohut biraz da... Güzeldir de. O pilavcı, Atlantik Büfe'nin vitrinine geldiği zaman Beyoğlu bozulmaya başladı. Onun hemen yanına çiğ köfte geldi, 'lahmaciiin' geldi ve Beyoğlu gitti! (Gülüyor.)

Mekân hafızası olarak baktığınızda belleği yıpratacak bir şehirde yaşıyoruz. Sanat mekânları açısından da bu geçerli herhalde?

Bizim tiyatro için yapılmış binamız yoktur. Darülbedayi vardı, o da yandı. Sinemalarda oynardık. Biz gece kulübünde oynadık kabareyi. Çok nezih bir apartmandı. Üst tarafta at yarışı oynanırdı. Alt taraf sauna, ortada da biz! Böyle bir kültürel karmaşa içerisinde kurulduk. Oradan geçtik Normandiya'ya, eski pavyon-bar, aşağısı Kulüp 12… Biz de sanat yaptık yukarıda yıllarca. Konak'a geçtik, orada nispeten rahattık. Bin yüz kişilikti, üç yıl oynayabildik orada sonra Bedrettin Dalan kapattı orayı, satıldı gitti…

Böyle bir sanat tüketimi için yapılmış binamız yok. Üzülerek söylüyorum, dünyada da yok. Daha doğrusu yokmuş. İnsanlar barınak ve tapınak yapıyor, yaradılışlarından biri. Sırf sanat için yapılmış bina çok az. Bir tek İngiltere'de ihracat için yapılan binaların onarılıp yeniden yapılan, sanatsal nitelikli opera binaları falan var. Ben 52 yaşımda Viyana'ya gittim, çok üzüldüm "Keşke 20 yaşında gelip hukuk ve felsefeyi burada okusaydım" dedim. Adam altıncı kata heykel yapmış ve temiz. Bizde Atatürk heykelinin kafasına martılar sıçar. Öyle bir şehircilik anlayışı var bizde. Yani yok! O yüzden de ahlak felsefesi, estetik kaygı bizim beyinlerimizde çok az.

Denge

Sadece sanatta değil, sporda da yok olan hafıza mekânları var. Spor Sergi bunlardan biri...

Spor Sergi'de basketbol, güreş müsabakalarına giderdik. Yalçın Abi'nin (Granit) maçlarına. Hamamcı Hüseyin (Alp) Anadolu'dan bulunup getirilmişti. Ekstremitesi de bozuk bir çocuktu, yürüyemezdi. Üç saniye içerisinde durur, topu ona atarlar, o da 'hook shot' ile sayı yapardı. Ona top geldiğinde seyirciler, desteklemek için garip dev adam sesleri çıkarırdı.

Güreşte de üç minder kurulurdu orada… Güreşi severim. Esasında başka ellerde olduğu için entelektüel seviyeye çıkamadı ama müthiş bir denge sporudur. Kırkpınar'a da meraklıyımdır. Ali Gürbüz yetişti mesela şimdi… Yağlı güreşte yedi-sekiz oyun vardır zaten. Adam önce müdafaayı öğrenmiş. Biri kasnağa elini attı mı, çat diye çıkarıyor eli. Elense çekildiğinde bir hareket öğrenmiş ve dengeyi öğrenmiş. Kendi zor pozisyondayken sadece ayağının baskısını değiştirerek rakibi tuş ettiğini gördüm. Bunlara mikado, ahşap dizmeler, çatal kaşık ile yapılan denge oyunlarını öğretmek lazım diye düşünüyorum ama bizde yaradana sığınıp "Arkamda Türk milleti, çok şeydi, rakibim de zayıftı! Göçürdüm onu" diye anlatılıyor.

Kabare ile tiyatroda yeni bir sayfa açtınız ama sinemada bu kadar başarılı olmadığınızı söyleyebiliriz herhalde.

Tabii. Rahatlıkla söyleyebiliriz.

Sebebi ne sizce?

Tiyatroda oraya her şeyinizle çıkarsınız ve öyle "Stop! Yeniden alıyoruz" yoktur. Günahınızla sevabınızla sonuna kadar götürürsünüz. O yüzden oranın adı 'er meydanı'dır. Sanatçı orada, mutfağından yetiştiği, kendi ideolojisine uygun olanı yazar ve oyuncular bir şey icra eder, o icranın kralı da kendisidir.

Sinemanın kralı da ilahı da senarist ile yönetmendir. Oyuncu orada dominant değildir. Ancak bizim gibi 30 sene boyunca hizmet ederseniz orada bir abi olabilir ve kıyısına köşesine söyleyecek bir laf bulursunuz. O da yönetmenin yapısına göre değişir. Mesela rahmetli Atıf Abi (Yılmaz) evde çözer, sayfayı işaretlerdi. "Abi, şu lafı şöyle…" dersin ama katiyen olmaz. Kuran-ı Kerim'dir o, değiştiremezsin. Nas'tır onlar. Mesela Ertem Abi (Eğilmez) bizi serbest bırakırdı. Doğaçlama götürürdük bazen. O bakımdan çok büyük kalabalıkları yakalayabilmişti.

Bir de şu gerçekleri paylaşmak istiyorum. Aslında paylaşmak da istemiyorum ama söylemek zorundayım. Türkiye'de bizim zamanımızda sinema filan yoktu. Bir defa ham film kaçak gelirdi. Bizde banyo yapılmazdı. Sermaye yoktu. İstanbul'daki belli aktörleri sinema yöneticileri yöreden isterlerdi. Tarık Akanlı gönder, Ayhan Işıklı, Belgin Doruklu… Osman Abi (Fahir Seden) bu sistemle bütün jönleri, starları toplayarak film yaptı… Sonra da battı. Platform yoktu, plato yoktu. Yani sinemanın olabilmesi için gerekli hiçbir şey aslında yoktu. O yüzden ellili yılların sineması filan mucizedir.

Köyden İndim Şehire filminden...

Köyden İndim Şehire filminden...

Ben Yeşilçam'a o yüzden inanıyorum ve tapıyorum. Yoksa yaptıkları iş bakımından bir felakettir. Birinci asistana "Bir tane doktor, bir tane hemşire gelecek. Yirmi tane de figürasyon" derler. O hemen altına yazar: "Koyu renk elbise." Bir gelirler, hepsi penguen gibidir. Ulan, Türkiye öyle değildir ki… Bir de yönetmen de onları hep beraber hareket ettirir. Beraber alkışlarlar, beraber gülerler, beraber üzülürler. Bir kişi de çıkıp "Hayır!" diyemez. Sürekli doktor oynayan biri vardır ve tansiyon ölçmeyi bile bilmez... Bu yüzden de Türk sineması, olması gereken seviyesine hiçbir zaman ulaşamamıştır.

Ancak Eşkıya ile başlayan bir atak oldu. Orada dünya sinemasına satılacak seviyede filmler üretilebildi. Orada da hemen yönetmenler kendi yaşamlarını, kendi ideolojilerini uygulayarak bir sübjektif sinema geliştirdiler. Bir İsveç sineması, bir Fransız sineması hatta bir İran sineması olmadı bizde. O yüzden sinema bizim için nalına mıhına kabul ettiğimiz bir sanat oldu.

Burada Ertem Eğilmez'in farklı bir yere konmasının sebebi hikâye anlatımı konusundaki çalışmaları ve o dairede bir nevi okul ortamı oluşturması mı?

Ben evimde hanımımın yanından kalkar, dükkân gibi orayı açmaya giderdim. Sadık Abi (Şendil) çarşıya-pazara uğrayıp gelir, öğlen için yemeklik bir şeyler getirirdi. O yemeği yapar, ben salatayı… Ertem Abi kalkar gelirdi ve akşamlara kadar çalışırdık.

Gerçekten güzel bir okuldu orası ve o yüzden güzel de ürünler çıktı. Okul olmasının sebebi de bu kolektif üretimdi. Sırf Ertem Abi'yle açıklayamayız tabii. Mesela o ekibin içinde dramatik yapıyı biz Sadık Abi'den öğrendik. Esasında tütün ekspertizidir. Redingot gibi gri bir pardösü giyer; şemsiyesi, şapkası, fötrü hiç eksik olmaz. İstanbul beyefendisi diyerek tanımladığımız tiplere çok uygun bir adamdı. Geleneksel tiyatroyu doğru kullanan, çatışmayı bilen, dramatik yapıyı doğru kurabilen biriydi.

Ertem Abi senaryo çalışılırken oyuncuları serbest bırakırdı. Biz de 'köpürtme' dediğimiz o doğaçlamayla yol alırdık. Ertem Abi'nin yatak odasında arka tarafta bir daktilo vardı. Oraya Sadık Abi'yle gider, sahneyi yazarlardı. Sahneyi çekerken bizi yine serbest bırakırdı ve biz yine doğaçlama giderdik. Bu sayede bizim ekip, bizden evvelki ve sonraki ekiple birlikte iyi bir sinema okulu oldu. Biz; bildiğimiz, öğrendiğimiz mizahı Ertem Abi'ye taşıdık. O da Sadık Abi'yle beraber bize sinemayı öğretti. Oradan da 'sentimental comedy' diye bir tür çıktı. Bugün Köyden İndim Şehire ve Salak Milyoner gibi filmler klasik oldu…

Yeşilçam'dan Ertem Abi gibi altı-yedi tane sıkı yönetmen sayılabilir. Osman Abi, Atıf Abi (Yılmaz), Memduh Ün… Bunlar iyi yönetmenler hakikaten. Bir de B grubu vardır. Kamerayı sabit tutup, oyuncuyu değiştirenler… Kamerayı değiştirmeyen yönetmenler de vardır bizde. "Milim kıpırdama" derler. Ulan milim kıpırdamadan yaşanır mı bu hayat?

O iki film, göç mevzusunu anlatması açısından da önemli. Bir yerden yakalıyor göçü.

Türkiye'nin bu hale gelmesinin de önemli bir sebebi göçtür. Biraz önce Beyoğlu üzerinden anlattığım olayın sebebi bölgenin aldığı göçtür. O dönemde ülkenin yüzde yetmişi kırsalda, yüzde otuzu kentte yaşıyordu. Bugün aşağı yukarı yarı yarıyadır bunlar. Geldiler, yazık. "Gelmesinler" demiyorum, yanlış anlaşılmasın. Solcu olduğumuz için onların da hakkı tabii.

Bölge kalkınmacılığı olmasaydı, göçle birlikte gelenler bizim seviyemizde olsaydı her şey mükemmel olacaktı ama batının da dayatmasıyla Sinop-İskenderun çizgisinin batı tarafında bölge kalkınması oldu. İnsanlar hem kendi harsını, örfünü, kültürünü memleketlerinde bıraktılar hem de geldikleri yeri bozdular. Gelişmeyle beraber olumlu bir kent kültürü oluşacağına yoz bir kent kültürü oluştu. Beyoğlu'nun bozulması da sanatın sarsılması da hatta ticaretin seviyesi de o yüzdendir. AVM'ye gittiğinde almayacağı bir şeyi alan, kandırılan adam da ona dayanır, marka dediğimiz kavramın aptallara kabul ettirilmesi de… Neoliberal sistem öptü bizi ama daha farkında değiliz.

"Yaktın Gayseri'yi Osman Ağabey!"

Ertem Eğilmez'in yönettiği Salak Milyoner'de rahmetli Osman Arpacıoğlu ile oynadığınız sahne çok meşhurdur…

O bence müthiş bir kolektif histeridir. O sahneyi Osman'a şöyle anlattım: "Ben sesleneceğim sana. 'Osman' diyeceğim. Bana bak, işaretleşeceğiz. Sahnenin bir bölümü de o olacak." Fenerbahçe bir ayaklandı. Stadın bir yanı "Ooooo" oldu. Bir girdiler, Osman mosman kalmadı. Kendimi yırtıyorum o arada "Osmaaaan!" diye. Osman'ın gözleri cam gibi! Dalarsın da göz görürsün ya bir çift, o hale geldi çocuk. Birdenbire ifritleşiyorlar. Çok ilginç bir şey bu.

80'ler çok kritik bir değişimi simgeliyor bu ülkede. Herhangi bir yerde herhangi bir şeyin yozlaştığını görüyoruz. Yaşam kültürüne müdahale konusunda ne düşünüyorsunuz?

Biliyor musunuz, bu kadarını öngörmezdim. Bu kadarını düşünmezdim.

O günlerde öngördüğünüz, oyunlarda karikatürize ederek altını çizdiğiniz bazı hususlar var.

Biz eski yazarlara "Abi çok tekrar ediyorsun" derdik. Onlar da derdi ki: "Evladım, pehlivan tefrikası gibi okuyorlar kitabı. Başını unuturlar. Onun için tekrar ediyorum." Daha önceki röportajlarımda da söylemiştim ama ben de bunları tekrar etmekten yılmıyorum: İki tane projeye çok üzüldüm; Muhsin Ertuğrul'un bölge tiyatroları ve Ecevit'in Köykent Projesi. Bu ikisi uygulansaydı, inanın, bugünkü çizgimize gelmezdik. Herkes yerinden yetişecekti, yerinden çoğalıp büyüyecekti. Mezralar ile köyler birleşecek, kasaba kültürü gelişecekti. Kasaba kültürünün etrafında ise kent kültürü gelişecekti. Böyle bir şey maalesef Türkiye'mizde olamadı. O yüzden o tayfa kentlere göç etti. Düzelir mi, düzelse kaç senede olur; bilmiyorum. Bir kültür ihtilali lazım. "Devrim" deyince hemen gazetelerde "Metin Akpınar devrim istedi!" yazıyorlar. Benim istediğim devrim, o devrim değil.

"Muhsin Ertuğrul'un bölge tiyatroları ve Ecevit'in Köykent projeleri keşke uygulanabilseydi..."

"Muhsin Ertuğrul'un bölge tiyatroları ve Ecevit'in Köykent projeleri keşke uygulanabilseydi..."

Peki, Hababam Sınıfı için bir pişmanlığınız oldu mu hiç?

Hiç olmadı. Zeki not defterine yazar, bizim kafamızda da bazı şeyler olurdu. İstanbul'un Fethi parodisi gibi fikirler çıkardı. Bunları yaparken de Rıfat Ilgaz'ın Hababam Sınıfı'nı oynamamız gerektiğini aramızda mırıldandık. Ulvi Hoca'ya (Uraz) söyledik, o da kabul etti. Hababam Sınıfı öyle başladı. Rıfat Abi de bizzat geldi. Sinema başka bir sanat dalı. Hatta televizyon da öyle. Tiyatroda Hababam Sınıfı'nın iyisini, doğrusunu oynadık. Rıfat Abi'ye sadık kalarak oynadık. Güzel de iş yaptık. 700 bin bilet kestiğimizi hatırlıyorum. O dönem için ulaşılması zor bir sayıydı bu.

Sinemaya geçince biz zaten o dönem Ertem Abi'den ayrılmıştık. O yüzden o projenin içinde yer almadık. Onlar da Ertem Abi'nin yanında, bizimle beraber büyümüş çocuklardı. Onlar hâkim oldu sinemaya. Sonrasında "Yeni, sağlam bir Hababam Sınıfı yapalım" diye teklif aldım. Hatta kabul de ettim ama oraya gitmedi işler. Yok Hababam Sınıfı Askerde, Hababam Sınıfı Üç Buçuk, yok Hababam Sınıfı Korku… Rıfat Abi'ye sadık kalmayan işlerdi çünkü Hababam Sınıfı'nın bir ideolojisi vardı. Onlar sol tandanslı yetişirler ve bunlar dağıtıldığı zaman o sol görüş, Anadolu'nun her yerine dağılır, Anadolu'nun her köşesinde yeni hababam sınıfları çıkar. Öyle bir yapısı vardı ancak sonrasında bu yapı unutuldu.

Kitapta da belirtilmiş, kabare kapandıktan sonra o manevi boşluğu dolduran, sofra muhabbetlerinin uzaması olmuş...

Tiyatroda yemek gece yarısı yenir. Oyun öncesinde bir şey yenmez. Çok açsan şekerin düşmesin diye bir bisküviyle geçiştirirsin. Oyundan sonra sofraya oturulur, sabah 4'e kadar da sohbet muhabbet devam eder. Keyifli sofralardır bunlar. Tiyatro kapanınca gece yarısı yerine 9'da sofraya oturur olduk. Bir de aktivitem yarı yarıya düştü. O zaman işte her sene iki kilo koyarak 140-150 kiloya kadar geldim. Artık sumo yapmamak için "Hadi buradan döneyim" dedim, 127'ye kadar düştüm. Ondan sonra böyle gidiş gelişlerle doktorların perhizine giriyorum, dört ay kadar disiplinli kalıyorum; kafam bozuluyor, değiştiriyorum disiplini ve tak tak tak! Aynı kilolar alınıyor.

Sofra hikâyeleriniz özellikle son 20 yılda şehir efsanesi gibi hızla yayılmaya başladı sanki?

Çok öne çıkarılıyor bu ama konuştuğumuz şeylere bakınca, ömrüm sofrada geçmiş gibi duruyor mu? Şehir efsanesi tam da budur ama. Giderek büyür.

Benim Aksaray'daki kabadayılığım da öyle bir şehir efsanesidir mesela. Ben mahalle delikanlısıyım. Ne kabadayıyım ne de bir çeteyim. Ne avanta aldım ne de esrar sattım. Hiç böyle bir şeyim olmadı. Silah bile taşımazdım. Biz bilekli delikanlıydık, o kadar. Diyorlar ki: "Metin geçerken esnaf, kepenklerini indirirmiş." Buna neremle güleceğimi şaşırıyordum.

Bu sofra edebiyatı da öyle. Ne diyorlar? "Altı şişe içer, dört gün sürer." Ulan hayatımda bir kere olmuş, iki buçuk gün içmişim sadece. Bence kabahat zaten bu. Bunu da ben anlatmadım zaten, sonrasında yöreden çıktı, şahitleri de var çünkü. Böyle bir şehir efsanesi oldu. Efendice içki içen bir adamım ben. Rakıyı da adabıyla içerim. Çok içmem, uzun saate yaymamdan kaynaklanır. Alaturka sofrada beslenirim. Rakının mezesi alaturkadır çünkü. Allah rahmet eylesin; pirlerimiz, üstatlarımız da vardır tabii. Onlardan öğrendik her şeyi. Mesela Aydın Bey (Boysan) üstattır. O Samatya'daydı, yeri orasıdır ama onun gittiği meyhaneye biz de arkadaşlarımızla giderdik. Tabii biz onun masasına oturamazdık. Gerilerde dil söğüş, ciğer kavurma, çoban salata yiyip komünistiz diye kırmızı şarap içerdik. Onlar da rakı içerlerdi, dinlerdik onları tabii. Oradan gelir tüm bunlar ve şehir efsanesidir esasında. Ben 81 yaşımdayım, ömrüm sofrada geçmedi benim. Sayılamayacak kadar çok işler yaptık ama sofra da insanın yarısıdır.

Tıbben de baktığınızda üreme içgüdüsü ile beslenme içgüdüsü insanın ana yapısıdır. Bu ikisi özen gösterilecek işlerdir. Birinin sembolü yataktır, ötekinin de sofradır. Biz gençliğimizde ikisini dengelerdik. Yaşlanınca yatak saati azalıyor, sofra saati uzuyor. Onu itiraf etmek lazım. (Gülüyor.) O doğrudur.

"Konuştuklarımıza bakınca, ömrüm sofrada geçmiş gibi duruyor mu? Şehir efsanesi tam da budur ama."

"Konuştuklarımıza bakınca, ömrüm sofrada geçmiş gibi duruyor mu? Şehir efsanesi tam da budur ama."

Türkiye'de kültür-sanat dünyasında hatta sporda da belgesel yapımlar azdır. Siz nasıl karar verdiniz İyi ki Yapmışım'a? Uzun süre sonra sizi ekranlarda gördük ve çok da sevildi…

Daha evvel televizyona küçük belgeseller yapılmıştı. Ben daha önceden gelen tekliflere direnmiştim ama Selçuk (Metin) kandırdı beni. Haldun Taner belgeseli için bana bir teklif getirdi. Haldun Bey'in çok zarif bir öyküsü vardır. Onu ben modern meddah bir formatta anlattım. Orada tanıştık Selçuk'la. Sonrasında onun İstanbul Kültür Sanat Vakfı'ndan (İKSV) ayrılası tuttu. Geldi, "Ben sizin belgeselinizi yapmak istiyorum" dedi. Ben de öyle hemen karar vermem. "Bir düşüneyim, sonra dönerim" dedim. Bir hafta-on gün sonra "Hadi, gel yapalım bu işi" dedik. O şekilde soyunduk. Arşiv tarandı, fotoğraflar filan hazırlandı. Sonrasında sağ olsun Zeynep devreye girdi, metni toparladı. Tilbe (Saran) müthiş bir zarafet göstererek anlattı öykümüzü. Para da almadı evladım. Onun da hakkı ödenmez. Bunlar sayesinde güzel bir yapıt çıktı ortaya.

Ondan sonra kitabın bir eksiklik olduğunu gördük. Yine Zeynep orada da bütün yükü omuzladı. İnsan doğduğu zaman ölüme giden bir çizgide gelişiyor. Doğar doğmaz ölmeye başlıyorsun. Ben 81 senelik anlattım. Zeynep de bundan 176 sayfa çıkardı. Bence müthiş bir yaşamın mükemmel bir öyküsü o. Kitap, belgeselin özeti ama esasında Türkiye'nin de bir özeti. Seksen seneyi oraya sığdırmak zor bir iş. Üstelik bizim yaşamımız devam ederken arkada cereyan eden her şeyden birer cümleyle de olsa bahsediliyor. İnsanlar, bir cümleden kendi yaşamlarından bir şeyleri anımsayıp o çerçeveye açılmak isterlerse ve orada kendilerinden bir şeyler yakalarlarsa kitap amacına ulaşır diye düşünüyorum.

Genellikle bu tip kitaplar 10 bin tane satar, biterdi. Biz bir 10 bin sattık, şimdi ikinci baskıya girdik. Üç tane imza günü yaptık. Onlarda da rekorlar kırıldı. Onlar da kıvanç verici şeyler tabii.

Belgesel, kitap… Üçlemenin son parçası müze ne âlemde?

İnanmazsınız ama dört yıldır gerçekleşemeyen olay yeniden başladı. Kaba inşaatı bitirdiler. Benim idealize ettiğim, özellikle istediğim odalar var; onlar yapılacak. Yıl sonuna kadar yetiştirmeyi düşünüyorlar ama ben görmeden inanmam. Çünkü zor şeyler de istiyorum.

Bunların en önemlisi de cennet odası. Devekuşu Kabare'den kaybettiğimiz çok insan var. Sinemadan da öyle. Bizim eski filmlere bakıyorum, bugün canlı mahluk yok. Bir Emel Sayın'la ben kalmışız. O bakımdan bir cennet odası istiyorum. Hologram ya da her neyse, başka bir teknolojiyle Haldun Bey geçecek, Zeki Alasya geçecek, Nezih (Tuncay) geçecek, tiyatrodaki çalışanlarımız, gişedeki çalışanlarımız… Onlar dolaşsın istiyorum. Böyle bir şey yapabilirsem çok keyifleneceğim.

Belgeseller var mesela. Haldun Taner belgeseli kapalı devre oynayacak. Anlaşabilirsek altı tane görsel malzeme var, onlar sürekli geçecek, izlenebilecek. Belgesel de bir hedefti, kitap da. İkisini yaptık, artık müzeyi de halledersek öteki tarafa daha rahat geçebilirim diye düşünüyorum.

Kitapta da bahsediyorsunuz. Yargı sürecinde sanki herkes sizinle tekrar bir bağ kurdu. Ya da var olan o bağı hatırladık…

Kabadayılık, sofra ve içki konularındaki şehir efsaneleri, burada benim hak ettiğimden daha fazlasını getirdi bana. Onun için Türk toplumuna müteşekkirim. İstediğimden fazlasını verdiler bana. Demek ki öyle bir beyinsel rezonans da sağlanmış. Hem o dönem hem de belgeseldeki ilgi, bence bunun hâlâ sürdüğünü gösteriyor. İmza günlerinde de… Bilseniz, gelenler ne kadar güzel öyküler anlatıyorlar… Biraz önce Zeynep anlattı. İmzaya gelenin birinin annesiyle babası beni çok severmiş. Annesi için ayrı imzalattı, babası için ayrı imzalattı ve "Onlar birbirlerini sevmekten çok sizi severler" dedi. Ya bu mükemmel bir şey! Hediye olarak veriliyor kitap. Candaşlarına, dostlarına alanlar var. İnsanlar imzalatmaya dört-beş kitapla geliyorlar. Verdiğim emekler boşa gitmemiş. Onun için mutluyum.

Ben daha yeni ev taşıdım. O ödülleri, tabakları, çanakları nereye koyacağımı bilmiyorum. Allah'a şükür çok. Ancak en büyük ödül, sanat tüketicisinin size gösterdiği sevgidir. Gözdeki ışıktır, yüzdeki tebessümdür. Bunu aldım, çok rahatım. Hak ettiğimden fazlasını aldığımı da eklemek isterim. Türk halkı böyle güzel bir halk. Biraz sayımız az işte. (Gülüyor.)

Ama genelde devrimler, sayıca az olan insanlardan çıkar

Bence o devinim yine olacaktır. Dünyaya baktığımız zaman burada kalmak olası değil. Atatürk Devrimleri çok kolay halledilecek devrimler değil. Sağlam. Sağlam…

Socrates Dergi