socratesXreflect_alt

Messi'nin Son Dansı

16 dk

Beklenen oldu ve Lionel Messi, 35 yaşında Dünya Kupası'na uzandı. Onun son dansı da en az Jordan'ınki kadar heyecanlıydı. Karşınızda o eser; yedi bölüm tekmili birden.

Pandeminin ilk haftalarıydı. Michael Jordan'ın basketbol hayatının anlatıldığı The Last Dance belgeseli yeni yayımlanmıştı. Tam zamanında. On bölümlük dizinin biten her bölümünde bir sonraki pazartesiyi sabırsızlıkla beklemiştik. Korku ve belirsizlik dolu günlerde ilaç gibi gelmişti. Aslında bilmediğimiz hiçbir şey yoktu. Ama belgeselin kurgusu o kadar iyi tasarlanmıştı ki, sanki Jordan'ın bütün kariyerini bir daha yaşamıştık.

Geride bıraktığımız ayda ise bir belgesele daha bu defa canlı olarak tanıklık ettik. Bu kez neler olacağını hiç bilmiyorduk. Ama kurgu yine çok iyiydi. Herkesin rolü çok iyi yazılmıştı ve başroldeki kahraman hayatının yedi maçlık bölümünü kusursuz oynamıştı.

Evet, bu Lionel Messi'nin son dansıydı. IMDb puanı 9.6, türü epik.

1. Bölüm: Renard'ın sürprizi

Maç öncesinde yaptığı açıklamada iddialı konuşan Herve Renard, "Dünya Kupası'na piknik yapmak için gelmedik. Arjantin karşısında galip gelmek istiyoruz. Üç plan hazırladık" demişti.

Maçın başından itibaren gösterdiği en net planıysa takımını derinde bekletmeyi reddetmesi ve savunma çizgisini fazlasıyla önde kurmasıydı. Henüz 10. dakikada Messi'nin ayağından gelen bir penaltı golüyle geriye düşmelerine rağmen geri adım atmayan Renard'ın bu cüretkâr planı, sonrasında çok iyi işledi.

Bu sayede önce Messi'nin bir, ardından Lautaro Martinez'in iki golü ofsayt gerekçesiyle geçersiz sayıldı. 2018 Dünya Kupası'nda çıktığı dört maçta toplam altı kez ofsayta yakalanan Arjantin, Suudi Arabistan karşısında ise 35 dakikada yedi kez ofsayta düşmekten kaçamadı. Suudiler yalnızca savunmayı önde kurmadılar, aynı zamanda presleriyle de

Arjantin'in geriden oyun kurmasına mâni oldular ve bu şekilde kazandılar. Arjantin'in ilk maçında Suudi Arabistan'a kaybetmesi, turnuva tarihinin en büyük sürprizlerinden biriydi. Aynı zamanda 36 maçlık yenilmezlik serisi de sona eren Arjantin, 1930'da kaybettiği Uruguay maçından bu yana ilk kez, ilk yarısını önde kapattığı bir Dünya Kupası maçından yenik ayrıldı. Bu, bir yanıyla biz izleyicilere de gerçekten bir Dünya Kupası'nın içinde olduğumuzu hissettiren ilk andı belki.

Yine de Arjantin, bu şok edici mağlubiyetten dolayı enseyi karartmamalıydı. İtalya 90'ın açılış maçında da Kamerun'a kaybetmişlerdi ve o da yine büyük bir sürprizdi. Ama sonrasında finale kadar yürümeyi başarmışlardı. Kafalarını kaldırabilirlerse aynısını yine yapabilirlerdi. Belki daha fazlasını da.

2. Bölüm: Sadece birazcık alan ve zaman

Suudi Arabistan mağlubiyetinin ardından Meksika maçının 11'inde beş değişiklik birden yapmıştı Lionel Scaloni. Ama yaptığı değişikliklerin olumlu yansıdığını söylemek imkânsızdı. İlk yarı sona erdiğinde, Arjantin'in isabetli bir şutu yoktu ve sadece üç kez rakip ceza sahasında topla buluşabilmişlerdi.

Messi'ye sahip olmak, bir futbol takımının başına gelebilecek en güzel şey. Bu büyük ayrıcalığın yaratacağı imkânların sınırı yok. Tabii değerini bilirseniz. Aksi takdirde sahip olduğunuz bu büyük ayrıcalık, bir yerden sonra sizin için bir soruna da dönüşebilir. Dünya Kupası'nın ilk iki maçında Arjantin ile Messi'nin ilişkisinde de böyle bir durum sözkonusu gibiydi. Bu yüzden Arjantin'in, Fotoğraf Messi'nin üzerindeki gereksiz yükleri alması gerekiyordu. Başka bir deyişle onu rahatlatacak oyuncularla oynamalılardı. İkinci yarıda oyuna giren Enzo Fernandez ve Julian Alvarez tam olarak böyle oyunculardı. Evet, belki de Meksika maçında onlar oyuna girdikten sonra da Arjantin'in oyununda hemen gözle görülür bir değişim gerçekleşmemişti ama net olarak fark ediliyordu ki Messi rahatlamıştı. Alvarez, oyuna girdikten bir dakika sonra yaptığı topsuz koşuyla Meksikalı savunmacıların dikkatini belki de ilk defa Messi'den kopardı ve onun ufacık bir alan ve zaman bulmasını sağladı. Bu, Messi için yeterliydi.

1966'dan bu yana tek bir Dünya Kupası maçında hem gol atan hem de asist yapan en genç oyuncuydu Messi. 2006'da Sırbistan-Karadağ'a karşı bunu yaptığında 18 yaşındaydı. Meksika maçında attığı golden sonra Fernandez'in olağanüstü golünün asistini de yapınca aynı zamanda turnuva tarihinde bunu başaran en yaşlı oyuncu da oldu.

3. Bölüm: Scaloni sonunda dengeyi buldu

Polonya karşısında Scaloni nihayet kadro içindeki doğru dengeyi, birbirini tamamlayan oyuncuları bulmuştu: Takımın orta sahadaki en önemli vizyoneri ve yaratıcısı Fernandez'i savunma önüne yerleştirmiş, sol içte ceza sahası koşularıyla fark yaratabilecek Mac Allister'a yer vermiş, sol forvete ise hareketliliği ve ceza sahası içindeki etkinliğiyle Arjantin'in hücumdaki bütün çehresini değiştiren Alvarez'i koymuştu. Nitekim atılan iki golde de bu üçlünün doğrudan payı vardı.

Ve elbette Messi, kulüp kariyerinde en rahat ettiği, en büyük fark yarattığı sahte dokuz rolünde kullanılmıştı. Belki artık derinde topla buluşup ileriye doğru yaratıcı bir pas yolladığında koşusunu devam ettirip kendi hazırladığı pozisyonu bitirecek patlayıcılığa sahip değildi ama top üzerindeki tahakkümü ve oyun tasavvuru hâlâ eskisi gibiydi.

İlk yarı boyunca sol kanattaki boşluğa doğru attığı pasları yıllarca Barcelona'da seyretmiştik. Ama elbette pas iki kişilik bir hadisedir. Barcelona'da o pasları Jordi Alba alıyordu, Arjantin'deyse Acuña aldı. Messi'nin pasları aynı paslardı ama Alba ve Acuña'nın sonuçlandırmalarının aynı olması beklenemezdi. Olmadı da.

Acuña o pasların hakkını verebilseydi Arjantin maçı ilk yarıdan bitirebilirdi. İkinci yarının başındaysa bu defa sağ kanattan bir hücum gerçekleşti ve Acuña'nın ilk yarı boyunca yapamadığını sağ bek Molina yaptı, geriden ceza sahasına giren Mac Allister'ın önüne çok iyi bir top yolladı. Mac Allister da tek vuruşla topu ağlara yolladı.

Bu gol aynı zamanda Arjantin'in grup liderliğini de tescilliyordu. Arjantin için kâbus gibi başlayan turnuvada bir anda her şey olabilecek en güzel hale bürünmüştü. Hem Arjantin kendi grubundan lider çıkmış hem de diğer grubun en zayıf halkası görünen Avustralya ikinci olmuştu. Avustralya'yı elemesi halinde de çeyrek finalde Hollanda-ABD eşleşmesinin galibiyle eşleşecekleri düşünülürse, turnuvada yarı final yolu en açık takımın Arjantin olduğu rahatlıkla söylenebilirdi. Ama elbette maçlar oynanmadan kazanılmıyordu.

4. Bölüm: Messi'yi sinirlendirmeyecektin Aziz

Arjantin kâğıt üzerinde son 16'nın en zayıf takımıyla eşleşmişti. Kolay bir maç olması bekleniyordu. Ama sözkonusu Arjantin ise bu elbette yanlış bir beklentiydi. Maçı takımı adına değiştiren yine Messi olsa da kazanmalarını sağlayan iki Martinez'di: Son dakikalarda kale önünde yaşanan bir tehlikeyi büyük bir özveriyle durduran Lisandro ve kahramanca bir kurtarış yapan Emiliano.

Maçın ilk yarım saatinde istedikleri gerçekleşen taraf net olarak Avustralya'ydı. Sahada daha yoğun, daha canlı ve daha kalabalık görünen onlardı. Alanları çok iyi kapladılar, ikinci topların çoğunu kazandılar ve Arjantin'i tedirgin etmeye yetecek kadar kontratak yaptılar.

Sonra eski bir Süper Lig oyuncusu Aziz Behich sahneye çıktı ve belki de hayatı boyunca pişman olacağı bir şey yaptı: Messi'yi sinirlendirdi. İlk yarının bitmesine on dakika kalmıştı ve Messi sağ taç çizgisinin yakınında bir top için kendisiyle mücadele ediyordu. Bir anda araları elektriklendi, Aziz ellerini Messi'nin yakasına attı ve birkaç saniye sonra topu kendi ağlarından çıkarmak zorunda kaldı.

Arjantin'in ne harika oynadığı ne de rahat kazandığı bir maçtı. Avustralya'ya karşı bile dramasız bir galibiyet elde edememeleri, onları daha zorlu maçlar öncesinde korkutmalı mıydı? Belki. Ama Arjantin'in turnuvadaki hikâyesini bu drama oluşturacaktı. Ne kadar fazla gözyaşı varsa o kadar iyiydi.

5. Bölüm: "Her şey güzel bir pasla başladı"

Arjantin'in 1986'daki kahramanlarından Jorge Valdano, Hollanda maçından önce The Guardian'dan Sid Lowe'a harika bir röportaj vermişti. Messi'yi Maradona ile kıyasladığı bölümde bir anısından bahsediyordu Valdano:

"Bir gün Menotti bir takım toplantısı düzenlemişti. Toplantı salonuna vardığımızda Maradona'ya içeri girmesine izin verilmediği söylenmişti. Menotti takıma onun hakkında söyleyeceklerini duymasını istemiyordu. Maradona bu yüzden ayrıldı, biz içeri girdik. Menotti bize, 'Tamam, şimdi size bir şey sormam gerekiyor. Maç sırasında topu ona kaç kez vermeniz gerektiğini düşünüyorsunuz?' diye sormuştu. Hepimizde bir duraksama olmuştu ve Menotti kendi sorusunu kendisi yanıtlamıştı: 'Bütün topları ona vermelisiniz. Şimdi Maradona'ya gelmesini söyleyebilirsiniz.' Maradona'nın bunu öğrenmesi onun için iyi değildi ama bir dâhiyi 'aşırı kullanmak' iyidir. Size maçı kazandırır."

Arjantin'in yıllar sonra Messi'yi kullanma tarzı da bundan pek farklı değildi. Çeyrek finalde olmaları büyük ölçüde onun sayesindeydi. Yine hiçbir şey üretilemeyen Meksika ve Avustralya maçlarında, küçücük bir alan ve zaman bulmuş ve bu ona yetmişti. Yine yetti. Bu defa daha derinde topla buluştu. Sağ kanattan içe kat etti. Topu birkaç adım sürdü. Sağ bekten ileriye doğru yönelen Molina'ya erken bir pas verebilirdi. O imkâna sahipti. Sonrasında koşusuna devam edip Molina'dan topu yine isteyebilir ve atağı yeniden şekillendirebilirdi. Normal bir futbolcu da öyle yapardı. O elbette bunu yapmadı.

Johan Cruyff onun için, "Messi'nin yaptığı en iyi şey, saha içerisindeki görüşlerini her bir metrede en az üç defa değiştirebilmesidir" demişti. Muhakkak Molina'ya erken bir pas verme düşüncesi aklından geçmiştir. Erken, sıradan ama güvenli bir pas. Fark yaratmayacak bir pas. Ona yakışmayacak bir pas.

Bu yüzden topu birkaç metre daha sürmeye karar verdi. Sağ kanattaki Molina ceza sahasına biraz daha sokuldu, onu tutması gereken Daley Blind bir adım geç kalmıştı. Messi'nin ise başı önündeydi, Molina'ya bakmıyordu. Ama yine de görüyordu. Bakmadan. Nathan Ake, pas açısını kapatmıştı, bir pas imkânı yok gibiydi. Ama onun için her zaman bir imkân vardı. Küçük bir delik. Bir iğne deliği. Topu oradan geçirdi. Molina böyle bir pasın hakkını veremeseydi herhalde çok eleştirilirdi.

Ken Loach'un Hayata Çalım At filminin meşhur sahnesidir. Başrolü canlandıran postacı, büyük bir hayranı olduğu Eric Cantona'ya futbol hayatındaki en güzel ânını sorar ve seçmesi için kendi hafızasındaki gollerinden bazılarını sıralar. Ama Cantona hiçbirini seçmez ve en güzel ânının attığı gollerden biri değil, verdiği bir gol pası olduğunu söyler: "Her şey güzel bir pasla başladı."

Hollanda maçında da böyle oldu. Çok sıkıcı bir maçtı, sonra sıradışı bir şey oldu, Messi bir pas verdi ve her şey bu pasla başladı. Sonra bir şey daha oldu: Maçın bitmesine on dakika kala Wout Weghorst oyuna girdi. Ve bu, her şeyi karıştırdı. Hollanda geri döndü.

Arjantin, turnuvanın ilk maçında Suudi Arabistan karşısında yaşadıkları şokun ardından ikinci büyük şokunu yaşıyordu. Bu daha da büyük bir şoktu. Yarı finale çıktıklarını düşünürlerken bir anda her şey ellerinden kayıp gitmek üzereydi. Fakat Arjantin özellikle ikinci uzatma devresinde şoku atlattı; daha iyi oynayan, pozisyonlar bulan ve bir şutu direkten dönen taraf onlardı. Dolayısıyla penaltı atışlarına da daha özgüvenli gittiler ve belki de bu sayede kazandılar.

Yine de Arjantin için Brezilya'nın yeteneklerini çok iyi sınırlandırmayı başaran Hırvatistan'ın örgütlülüğüne karşı bundan çok daha fazlası lazım gibi görünüyordu. Ama belki de öyle değildi. Messi'ye sahip oldukları müddetçe, belki bu da yeterliydi. Menotti'nin öğütlediği gibi, bütün toplar Messi'ye atılmalıydı. Gerisi onunla rakipler arasındaydı. Kimse karışamazdı.

6. Bölüm: İlk bakışta değil, son bakışta aşk

Enzo Fernandez ve Julian Alvarez. İkisi de Messi'nin Dünya Kupası'nı kazanabilmesi için özel olarak üretilmiş gibiydi. Başka bir deyişle, Messi'nin kariyeri boyunca milli takımda yokluğunu hissettiği Xavi ve David Villa'ya kavuştuğu da söylenebilirdi. Özellikle Alvarez'in Villa'ya olan benzerliği şaşırtıcı boyuttaydı.

Çoğu insan Messi'nin kariyerinde en iyi hücum ortaklığını Neymar ve Luis Suarez ya da Neymar ve Kylian Mbappe ile kurduğunu düşünür. İsim olarak öyle olabilir ama uyum anlamında en etkili hücum hattını Pedro ve David Villa ile kurmuştu. Bilhassa Villa'yla olan uyumları eşsizdi.

Alvarez de tıpkı Villa gibi hücum üçlüsünün her yerinde oynayabiliyordu, ceza sahası içinde tam bir golcü içgüdüsüne ve farkındalığına sahipti, ayrıca çok hızlı olmasa da rakip savunmalardan bir anda kurtulmasını sağlayan keskin dönüşleri bulunuyordu. Tehlikeyi herkesten daha önce seziyor ve bu da onu tıpkı Villa gibi hızlı düşünen bir forvet yapıyordu.

Hırvatistan'a attıkları üçüncü goldeki Messi-Alvarez ortaklığı, Messi sayesinde asla unutulmayacak ikonik bir âna dönüştü. Daha dört gün önce Hollanda'ya karşı bu dünyaya ait olamayacak bir gol pası vermişti zaten. Hepimiz onun başka bir galaksiden geldiğine bir kez daha ikna olmuştuk. Bir uzaylı gösterisine daha gerek var mıydı?

Josko Gvardiol hem bu Dünya Kupası'nın hem de genel olarak dünyanın en iyi savunmacılarından biri. Ama başka galaksiden dünyaya düşmüş bir uzaylının karşısında bunun hiçbir önemi kalmıyor. Bir anda herhangi bir savunmacıya dönüşüyorsunuz. Sıradanlaşıyorsunuz. Herkes gibi oluyorsunuz.

Messi bu duyguyu 15 yıldır birçok savunmacıya tattırdı. Sergio Ramos'a, Pepe'ye, Jerome Boateng'e, Rio Ferdinand'a, John Terry'ye, Thiago Silva'ya, Raphael Varane'a… Gvardiol ise bu duyguyla biraz erken tanışmış oldu. Bu belki kendisi için bir avantajdır. Sonuçta bir daha böyle bir şeyle karşılaşmayacak. Başına gelebilecek en kötü şey geldi ve bitti. Ve bu sayede 20 yaşında bir anda olgunlaştı.

Messi için ise bu gol onun hem büyüklüğünü hem de son dansını kusursuz tanımlıyordu. Artık adımları eskisi gibi hızlı değildi belki ama bu fiziksel hız kaybı, sanki aklını daha da hızlandırmış durumdaydı. Bu sayede rakibini ağır çekimde bile neye uğradığına şaşırtabiliyordu. Evet, bir yanıyla çok görkemli, diğer yanıyla da olabildiğince hüzünlü bir yürüyüştü bu. Keza bu da ilk gündeki gibi hâlâ çok güzel, diğer yandan her güzel şeyin bir sonu olduğunu hatırlatıyordu.

Pele bu kupayı henüz 17 yaşındayken, ilk Dünya Kupası'nda kazanmıştı. Messi ise 35'inde, son Dünya Kupası'nda kazanmaya artık çok yakındı. Ve biz onu seyretmeye hâlâ doyamıyorduk. Walter Benjamin'in dediği gibi, ilk bakışta değil, son bakışta aşktı bu. Bizi büyüleyen de buydu.

7. Bölüm: Yarın ne kadar sürecek?

Her şey çok ama çok kolay gidiyor gibiydi. Bir Dünya Kupası finali için ve bilhassa Arjantin için gereğinden fazla kolay. Scaloni'nin eleme turlarında her rakibe karşı ayrı bir sürprizi vardı. Hollanda'ya karşı üçlü savunma, Hırvatistan'a karşı dört merkez orta saha; Fransa'ya sürprizi de Di Maria olmuştu. Sol kanatta Messi'nin paslarının değerini bilecek biri vardı artık.

15 dakika içinde Fransa savunmasını yok etti. Önce Messi'nin penaltı golünü kazandı, ardından ikinci golü attı. Daha top ağlarla buluşur buluşmaz Dünya Kupası finallerinde atılmış tüm goller arasında bir klasik halini aldı. Pas, pas, kontrol, pas, pas, pas ve şut. Yedi dokunuş, on saniye ve gol. Eski deyimle harika bir kontratak golü, yeni tabirle bir geçiş hücumu harikası. Hem de zamanlar arası bir geçiş. 1970 Finali'ndeki Carlos Alberto golünün yeniden canlandırılması gibi. Geleceğe dönüş.

Arjantin iki farklı üstünlükten sonra da geri çekilmedi. Fransa'ya karşı daha önce hiçbir rakibin basmadığı kadar önde bastılar. Topu istiyorlardı, Fransa ise tam tersi. İlk düdükten itibaren çekingen ve panik halindelerdi. Sanki son dünya şampiyonu Arjantin'di, 36 yıldır kazanamayan Fransa'ydı. Bu işte bir yanlışlık olmalıydı. Bu kadar kolay olmamalıydı. Arjantin hiçbir şeyi bu kadar kolay kazanamazdı.

Ve sonra Kylian Mbappe ortaya çıktı. Her şey iki dakika içinde oldu. Bir penaltı, bir verkaç ve işte bu kadar. İki dakikada ortalık yangın yerine döndü. Tıpkı 1986 Finali'ndeki gibi. 2-0'dan 2-2. Arjantin yine üçüncü golü bulabilecek miydi? Bulacaktı, evet. Ama bu defa bizi çok daha iyisi bekliyordu. En iyisi. Daha önce görülmemiş kadar iyisi...

Sekseninci dakikadan itibaren, tam 40 dakika boyunca harika bir futbol maçı seyrettik. Seyrederken bir yandan daha önce bu kadar harikasını seyretmiş miydik diye düşünürken bulduk kendimizi. Harikaydı, çünkü kusurluydu. Birçok hata vardı maçta, oyuncular tamamen özgürdü, zihinleri ve bedenleri ve ayakları serbestti, orta sahalar boşalmıştı; alanlar, zamanlar ve imkânlar olabildiğince genişlemişti.

Her şeyin taktikler üzerinden belirlendiği, genellikle daha çok önlem alanın ve daha az hata yapanın kazandığı, bu yüzden risk almaktan mümkün olduğu kadar kaçınıldığı modern futboldan eser yoktu sahada. Kusurluluğun güzelliği vardı. İki takım da insan hatasını özgürce kabul ediyordu. Futbolu büyülü bir oyun yapan şey de buydu.

Uzatmalarda iki takım da maçı kazanabilirdi. Fransa'nın kazanmasına Emiliano Martinez'in, Arjantin'in kazanmasınaysa Lautaro Martinez'in ayakları engel oldu. Penaltılar sonundaysa kazanması gereken kazandı. Bu, herkesten önce Messi'nin kupasıydı. Bunu her an hissettirdi bize. Molina'ya yaptığı asistle, Gvardiol'u mahvetmesiyle ya da Van Gaal'in üzerine yürümesiyle. Yeterince Arjantinli olmamakla eleştirilip durmuştu bugüne kadar. Ama bu kupada herkesten daha Arjantinliydi. Buraya o kupayı almaya geldiği her halinden belliydi.

Aslında Dünya Kupası'nı kazanarak kanıtlayacağı bir şeyi yoktu. Ama bizim onu bu kupayı öperken görmeye çok ihtiyacımız vardı. Ve işte, sonunda bizim kuşağımızın da anlatacak bir Arjantin şampiyonluğu var. Hem de ne şampiyonluk. Ne mutluluk.

Bu her şeyiyle bir Arjantin galibiyetiydi. Arjantin'in Arjantin'e karşı zaferi. Bir şeyi elde etmek için çabala, tam elde etmek üzereyken her şeyi mahvet, sonra tekrar çabala, yine kazanmak üzereyken bir kez daha bir çuval inciri berbat et ve tekrar çabala. Arjantin'in kazanma yolu budur. Bir şeyi istiyorlarsa onun için mutlaka savaşmaları gerekir.

Arjantin'in 1978'deki ilk Dünya Kupası şampiyonluğunun mimarı Cesar Luis Menotti, maçın ardından telefonla katıldığı bir Arjantin televizyon kanalına, "Biraz mutluluğa ihtiyacımız vardı ve bize birkaç günlüğüne neşe verdiler" dedi. Birkaç günlük neşe mi? Gerçekten mi?

Theo Angelopoulos, zamanın bir kumsalda çakıllarla oynayan bir çocuk olduğunu, filmlerinde karakterlerin zaman ve mekân içinde, sanki zaman ve mekân yokmuşçasına yolculuk ettiklerini söyler ve en önemli sorunun şu olduğunu belirtir: "Yarın ne kadar sürecek?" Cevap ise sonsuzluk ve bir gündür.

Messi'nin Dünya Kupası'nı öptüğü, elinde kupayla arkadaşlarının omuzlarında taraftarları selamladığı o anların da bir zamanı ve mekânı yok artık. Arjantin halkına ve futbolu gerçekten seven herkese verdiği o birkaç günlük neşeyse kalplerde ve anılarda sonsuza kadar asılı kalacak.

Socrates Dergi