socratesXreflect_alt

Little Lord Fauntleroy

10 dk

Bobby Charlton, futbol tarihinin en büyük yeteneklerinden biriydi. Peki, onu diğerlerinden hatta abisinden bile farklı yapan özellikleri? Little Lord Fauntleroy'dan Sör olmaya uzanan yol…

Alex Ferguson'ın Hayat Hikâyem adlı kitabında, Manchester United kariyerinin başındaki kötü günlerden bahsederken sık sık minnetini sunduğu bir isim vardı: "Özellikle ilk yıllarda Bobby Charlton'ın benden yana olmasını bilmek, güven veriyordu. Onun gözüne girmek için bildiğimden şaşmadım fakat yönetim kuruluna beni o önermişti. Sadece görüşlerinin kulüpteki ağırlığı dolayısıyla değil, iyi seçilmiş birkaç sözle de bana moral verdi. Böyle bir müttefik, her lidere lazım." Sör Bobby Charlton'ın Manchester United ve İngiltere için yaptıkları bu müttefiklikle sınırlı kalmamıştı…

Busby

"Bobby, yazın okul bittiğinde United'da oynamak istersen seni kulübe kazandırmak beni mutlu eder." Robert 'Bobby' Charlton, United gözlemcisi Joe Armstrong'dan bu teklifi aldığında henüz East Northumberland Boys'ta (bölgesel okul karması) oynuyordu. Armstrong'un ilgisi onu o kadar etkilemişti ki England Schoolboys formasıyla Wembley'de Galler'e karşı oynadığı futboldan sonra artan teklifleri düşünmedi bile. 1953'te United kulübüne adımını attı.

Ashington'da, Newcastle United taraftarı olarak büyüyen Bobby, 1967'de yayımlanan This Game of Soccer adlı otobiyografisinde East Northumberland Boys formasıyla oynadığı bir maç sonrasında, takım arkadaşının onları evlerine çağırdığını ve 1948 FA Cup Finali'ni radyodan dinlediklerini yazıyordu. Blackpool karşısında iki defa geriye düşen United'ın azmi, onu etkilemişti. Devamında oyuna dalmışlar ve bir süre sonra "United 4-2 kazandı" haberini almışlardı. Anı şöyle bitiyordu: "Galibiyet golünü atmış gibi keyifle dans ettim. O günden beri United'a karşı bir aidiyet hissediyorum."

O zaferin United tarihinde -o an için- daha büyük bir önemi vardı: 1945'te göreve gelen Matt Busby yönetiminde kazanılan ilk büyük kupaydı. Busby, liderliği ve vizyonuyla kulübün kaderini değiştirecekti. Devrimlerinden biri gençler hususundaydı. Yıllar sonra "Neden Newcastle'da kalmadınız?" sorusuna da yine bu eğitim farkını öne çıkararak cevap veriyordu Charlton. Kitabının "Onsuz bir Old Trafford düşünemiyorum" sözleriyle başladığı Busby kısmında ise şunları yazıyordu: "Ondan önce yirmilerine gelmeden A takıma çıkmazdın. O, 17-18 yaşındaki çocukları oynattı, eşi benzeri yoktu." Jimmy Murphy'nin başında olduğu gözlemci ekibi, 1952'de Duncan Edwards'ı, 1953'te ise Charlton'ı kulübe kazandırmıştı. Takım, genç topçularıyla o kadar özdeşleşti ki 'Busby'nin Bebekleri' olarak anılmaya başladı.

Busby'nin fark yarattığı hususlar bununla sınırlı değildi. Kulübün simgesi olacak 'Kırmızı Şeytanlar' lakabının fikir babası da oydu. Daha büyük kararları da vardı tabii. O dönem İngiliz takımlarının pek de sıcak bakmadığı Avrupa Kupası'na (sonraların Şampiyon Kulüpler Kupası) katılma kararı gibi. Organizasyona tenezzül etmeyen İngiliz takımlarının aksine, Avrupa futbolunun geleceğini bu kupada gören Busby, 1955-1956'daki lig şampiyonluğunun ertesinde United'ı kupada boy gösteren ilk İngiliz takımı unvanıyla büyük sahneye sokmuştu. Real Madrid'e yarı finalde elenseler de ligi yine şampiyon kapatıp, ertesi sezon Avrupa Kupası'nda yollarına devam ettiler. Şöhretleri, Britanya'nın dışına çıkmıştı. Ama Şubat 1958'de Münih'teki uçak kazası büyük bir yıkım oldu. Sekizi futbolcu, 23 yolcu hayata veda etmişti. Busby ve Edwards ağır yaralıydı.

Bobby Charlton, kaleci Harry Gregg'in çabasıyla uçaktan sağ çıkarılmıştı. Ama ailesi ondan uzun süre haber alamadı. Ta ki Jack Charlton, Leeds-Newcastle arası tren yolculuğunu sonlandırıp son sürat eve giderken önünde yürüyen adamın gazetesine bakıncaya kadar. Eve gitti ve uzun süredir sinir krizi geçiren Cissie'ye müjdeyi verdi: "Bizim çocuk iyi!" Birkaç gün sonra hastanedeki odasından televizyona çıkan Bobby de annesine mesaj gönderiyordu. Birkaç hafta sonra eve döndü ama artık birçok şey değişmişti. Gazeteci David Meek, "Belgrad'a bir çocuk olarak gitti, adam olarak döndü" diyordu. Kardeşleri Tom, o günden sonra onlara şaka yapmadığını hatırlıyor, Jack Charlton ise "Bizim çocuk o günden sonra gülmeyi bıraktı" diyordu. Bobby uzun süre futbol oynamak istemedi, birkaç hafta sonra ölen en yakın arkadaşı Duncan Edwards'ın haberi bile ona geç verildi. Ama ailesi, arkadaşları ve aile doktorlarının çabasıyla sahalara dönecekti.

United, Busby'nin yardımcısı Jimmy Murphy'nin özverisi ile ligi hiç de fena tamamlamadı. Dahası, FA Cup'ta finale kadar çıkmışlardı. Özellikle yarı finaldeki Fulham maçlarında kahramanlaşan Charlton, finali şu sözlerle anlatıyordu: "Bolton'a kötü bir oyun sonunda 2-0 yenildik. Yine de başımızı dik tutabilirdik zira United'ın yüzünü kara çıkarmadık. Kupa finalinden daha da önemlisi Matt Busby'nin Wembley'de taç çizgisinde olmasıydı. Hâlâ halsizdi ama toparlanmaya başlamıştı. Bakışları 'Geri döneceğiz!' diyordu." Busby, toparlanmak için beş yıla ihtiyaçları olduğunu söylüyordu.

"Bobby Charlton, 'birinci sınıf' sözüyle neyi anlatmak istediğimin göstergesidir." diyor, Sir Alex Ferguson...

"Bobby Charlton, 'birinci sınıf' sözüyle neyi anlatmak istediğimin göstergesidir." diyor, Sir Alex Ferguson...

Yetenek

Bobby Charlton, ilk resmi maçına 6 Ekim 1956'da Charlton Athletic deplasmanında çıktı. Fakat A takımdaki yeri devamlı olmadı. Ta ki o kazaya kadar. Ufak formsuzluklar yaşasa da 1960'lara girildiğinde takım onun üzerine kurulmaya başlamıştı. Denis Law ve George Best transferiyle ortaya çıkan üç silahşorların patronu ve Busby'nin saha içindeki lideri oydu.

Azalmak bilmeyen temposu, driplingleri, uzun pasları ya da şutları bugün bile onu izlediğiniz anda görebileceğiniz meziyetleri. "Nefis şutlar atan bir oyuncuydu, otuz metreden tavana giden şutlardan bahsediyorum. Ben 18 üzerinden kaleye topu yetiştiremezdim" diyen Law, onun şutları nedeniyle kalecilerin sektirdiği toplardan çok gol attığını itiraf ediyordu. Geoff Hurst, iki ayağını en iyi kullanan futbolculardan biri olarak onu gösteriyordu. Terry Venables'ın favorisi aniden yön değiştirerek attığı vücut çalımlarıydı. Onun için "İngiltere futbol tarihinin en iyi orta saha oyuncusu" diyen Alex Ferguson ise Liderlik kitabının 'Mükemmeliyet' başlıklı bölümünde şunları anlatıyordu: "O, 'birinci sınıf' sözüyle neyi anlatmak istediğimin göstergesidir. Bobby sahanın üzerinde kayar gibiydi, iki ayağını kullanabilir, sol açıkta, sağ açıkta veya orta sahada oynayabilirdi. Kendine güveni ve çelik gibi azmi vardı. Gösterişsiz ve alçakgönüllü bir adamdı. Sessiz ve çekingendi fakat bir keresinde United ilk yarıda gerideyken 'Topu bana verin. Bu maçı kazanabilirim' demişti. Böbürlenmek değildi bu, sadece ne yapabileceğini biliyordu; takım arkadaşları da bunun farkındaydı. United o maçı kazandı ve bu, birinci sınıf futbolcu olan Charlton sayesinde oldu."

Charlton'ın yetenekleri sahada fark yaratmasına neden oluyordu ama kariyerinde bazı noktalara baktığınızda çok iyi bir gözlemci olduğu da ortaya çıkıyor. Daha çocuk yaşta, Newcastle maçlarına gittiği dönemde şehre gelen Tottenham takımını ve Britanya futboluna 'ihanet' edercesine oynadıkları yerden pas oyununun onu nasıl etkilediğine otobiyografisinde yer veriyordu. 2000'lerde verdiği bir röportajda ise 1957'de Real Madrid'e karşı deplasmanda oynadıkları maçı tribünlerden izlerken nelere dikkat ettiğini şöyle anlatıyordu: "Denizaşırı ülkelerdeki futbolla orada tanıştım. Bizde hızlı bir şekilde karşı kaleye gitme amacı vardı ama Real Madrid pas yapıyordu. Di Stefano'nun yaratıcılığı, daima hareketli olması, kaleciden topu alıp oyunu kurması beni çok etkilemişti." Benzer şekilde 1958-59 sezonunda formsuzluğu nedeniyle kadro dışı kaldığı ve sonra alışık olduğu sol iç pozisyonunda değil de sol açık pozisyonunda kadroya girdiği dönem var. This Game of Soccer'da ilk zamanlarda memnuniyetsiz olduğunu anlatan Charlton daha sonra özellikleri ile yeni pozisyonunda avantajlar aradığını aktarıyor; daha çok dinlenme, daha az markajcı ile oynama ve defansın zayıf bölgelerine topsuz koşular yaparak, klasik bir çizgi açığı olarak değil de sol iç özelliklerini o pozisyona taşıyan bir oyuncuya dönüştüğünden bahsediyordu. Bobby Charlton, bu özellikleri ile 1960'larda United'ı tekrar kazanan takım yapanların başında geliyordu. Münih felaketinden beş yıl sonra ligi 19. bitirseler de FA Cup'ı kazanmışlardı. 1964-65 sezonunda averajla şampiyonluğa ulaştılar, 1965-66'da tekrar Avrupa'ya döndüler. Son ana kadar üç kupada da şansları sürse de sezonu elleri boş kapamışlardı. Yine de yazarlar birliği onu 'Yılın Oyuncusu' seçmişti. Ama Charlton'ın kazanacağı daha büyük bir onur vardı…

İngiltere'nin 1966 Dünya Kupası'ndaki sisteminin merkezinde Bobby Charlton vardı.

İngiltere'nin 1966 Dünya Kupası'ndaki sisteminin merkezinde Bobby Charlton vardı.

Jules Rimet

Yıllar önce Bobby'yi etkileyen Tottenham takımının sağ beki olan Alf Ramsey, 3. Lig'den aldığı Ipswich'i adım adım yükseltip Division 1 şampiyonu yaptığında tarihler 1962'yi gösteriyordu. Ramsey, bu başarısının ödülünü, 1963'te milli takımın başına geçerek almıştı. 1958 ve 1962'de Dünya Kupası tecrübesi yaşayan Charlton, 1966'da İngiltere'de oynanacak kupa için Ramsey'nin azminden ve disiplininden sık sık bahsediyordu. Taktiksel olarak ise tarihe geçecek bir hamlesi vardı. Kanat oyuncularının yaratıcılığına güvenen ve bundan -yakın döneme kadar- kurtulamayan İngiliz Milli Takımı'nı Ramsey, klasik kanat oyuncuları olmadan sahaya sürüyordu. Bobby, bunun futbol âlemine ışık tutan bir 4-3-3 olduğunu anlatıyordu. Ama sahada daha çok; Nobby Stiles'ın defansın önünde olduğu, Alan Ball ile Martin Peters'ın merkez orta saha pozisyonunda yer aldığı ve iki forvet ile bağlantıyı sağlayan Bobby Charlton ile ortaya çıkan 4-1-2-1-2 dizilişi görülüyordu. Tabii ki ipler Charlton'ın ellerindeydi.

Geoff Hurst, 1966 and All That adlı otobiyografisinde durumu şu anısıyla özetliyordu: "Bir gün idman sonrasında sahada aylaklık yaparken Alf, Alan ile Nobby'yi yanına çağırdı ve sordu: 'İçinizde köpeği olan var mı?' Alan, köpeğinin olduğunu söyledi. 'O zaman topu attığında köpeğinin nasıl onu kovaladığını biliyorsundur?' dedi Alf ve devam etti: 'Tamam, ikinizden de Bobby için yapmanızı istediğim bu. Topu kazanın ve Bobby'ye getirin.' O kupayı İngiltere'de takip eden Bülent Eken'le yaptığımız sohbetlerin birinde Eken, Charlton'ın yerini şu sözlerle anlatmıştı: "Hurst ve Hunt'ın arkasında oynayan Charlton, bir hücum oyuncusu olmasına rağmen orta saha üçlüsüne de yardım ederek çağdaş bir futbolcu olduğunu göstermişti. Top Charlton'a geldiğinde derin bir sessizlik olur, daha sonra büyük bir gürültü kopardı. Seyirci üzerinde böyle etki bırakan başka bir oyuncu görmedim."

İngiltere, Dünya Kupası'na 0-0'lık Uruguay maçıyla başladı. Nisan 1938'deki İskoçya maçından sonra İngiltere ilk kez Wembley'de gol sevinci yaşayamamıştı. Stres, grubun ikinci maçında Meksika karşısında artıyordu ki Charlton sahneye çıktı ve ona özgü 'roket' şutlardan birini çıkararak buzları kırdı. İngiltere, Fransa'yı yenip gruptan çıktı ve Arjantin'i tek golle geçerek yarı final biletini aldı. Bobby, Portekiz karşısındaki yarı finalde tekrar sahneye çıkacak ve iki golle takımını finale taşıyacaktı. Yıllar sonra Jose Mourinho, ona şunu söyleyecekti: "Ülkemin Dünya Kupası hayallerini öldürdün!" Federal Almanya ile tarihi bir final oynayan İngiltere, 4-2'yle kupaya ulaşıyordu. Ama Bobby finalde çok etkili değildi. Rakibin altın çocuğu Franz Beckenbauer'i tutmakla görevliydi. Yine de takımına faydalı olmuştu. Çünkü kupaya damga vuran Beckenbauer'in de görevi Charlton'a markaj yapmaktı…

Jack Charlton - Alf Ramsey - Bobby Charlton

Jack Charlton - Alf Ramsey - Bobby Charlton

Siyah ile Beyaz

— Ne olacak şimdi çocuk?

— Hayatlarımız bir daha eskisi gibi olmayacak!

Final düdüğünden sonra gözyaşlarına boğulan Bobby ve abisi Jack arasında bu konuşma geçmişti. Bir sene önce Jack'in milli takıma çağrılması ile 1899'dan sonra ilk kez iki kardeş milli takımda aynı anda sahaya çıkmış ve hikâye İngiltere futbol tarihinin en ulaşılması güç sonuyla noktalanmıştı. Zafer sonrası memleketleri Ashington'ı ziyaret ettiklerinde büyük bir kalabalık onları bekliyordu. Jack, son derece mutlu gözükürken Bobby'nin 'bitse de gitsek' halleri dikkat çekiyordu. Bobby Charlton & Jack Charlton Biography adlı belgesel, şu sözleriyle başlıyordu: "İki kardeş; 1966 Dünya Kupası zaferinin vazgeçilmez parçalarıydı. Bobby, sahada süzülen, spektaküler goller atan, doğuştan futbolcu olandı. Her defasında onurlandırıldı. Her şey ona kolay geliyordu, yeteneğinin ona sunduğu şöhreti idare etmek dışında. Jack tam tersiydi. Başarının yolunda her bir santimetre için savaşması gerekti, acımasız taviz vermeyen bir savunmacıydı. Onu onurlandıran şey, güzel oyunu oynayanları durdurmasıydı. Spotlar ona çevrildiğinde ise şöhretin etinden sütünden yararlanıyordu. Jack, arketip bir İngiliz ikonuna dönüşmüştü."

Kardeşler, ilk futbol eğitimlerini anneleri Cissie Charlton'dan almıştı. Cissie, Milburn ailesinin mensubuydu ve dört kardeşi de profesyonel futbolcuydu. 1950'de Jack Charlton da üç dayısı gibi Leeds United'ın yolunu tutup profesyonelliğe ilk adımını attı. Fakat o yolu rahat yürümedi. Northumberland, bir maden şehriydi ve o da babası gibi madenlerde çalışmıştı. Çok yetenekli de değildi. Annesi de onun daha çok avlanmaya merakı olduğunu söylüyordu. "Profesyonel olmuştum ama kuzeydoğuda herkes 'bizim çocuğu' tanırken kimse beni tanımazdı ama sorun değildi" diyen Jack, 1988'de katıldığı bir programda ise şunları anlatıyordu: "O, yetiştirdiğimiz en yetenekli futbolculardan biri. Doğuştan bir yetenek. Ben oynayamıyordum ama oynayan insanları durdurabiliyordum. Oynayabilmek kadar oyunun parçası olan bir şey; topu kazanıp onu iş yapabilecek birine verdiğin sürece oynayabilirsin. Bobby, oynayanlardandı."

'Oynayanlardan' Bobby ise hiçbir zaman madende çalışmadı. Hep futbolu düşündü. Okulu da futbola faydası yok diye bırakmıştı. Jack'ten farklıydı. Annesi, düzenli, üstü başı temiz bir çocuk olduğu için Bobby'ye 'Little Lord Fauntleroy' diye sesleniyordu. "Jack nasıldı?" sorusuna ise "Pasaklı" cevabını veriyordu. İki zıt karakterin kariyerleri de bu paralelde geçti. Busby'nin evladı Bobby, İngilitere'nin en örnek sisteminin içinde futbola hazırlanırken Jack, Leeds ile 2. Lig'de boğuştu. Don Revie'nin göreve geldiği sezon eski takım arkadaşına 'Patron' demediği için gönderilme raddesine gelse de geri adım atmadı ve kendini kabul ettirdi. Bobby milli olduğunda 20 yaşındaydı. Jack ise 30 yaşında Ramsey'den daveti almıştı. Jack birçok İngiliz futbolcu gibi içki ve bar sohbetlerini severken Bobby, Cuma sabahı izin günü olmasına rağmen rakip ve markajcısı üzerine düşünmeye başladığını anlatıyordu: "Bazıları parti ya da benzeri bir şeye gidemediklerinde kaybolmuş hissederler ama ben onlardan değilim. Sakin bir hayat sürmekten hoşlanıyorum. Takıma yeni girdiğim dönemde Duncan Edwards ve bazı diğer arkadaşlarla cumartesi gecesi içmeye giderdik. Gece hayatından anladığım bundan ibaretti."

Jeff Powell'ın kaleminden 1976'da yayımlanan Bobby Moore biyografisinde, Bobby'nin 1966'daki performansını eleştirileriyle (zoru denemesi ve çok şut atması gibi) birlikte dile getiren Moore, sonlara doğru Bobby'nin durgunluğu için şu ipucunu veriyordu: "Münih'teki korkunç uçak kazasından sonra o başarılara nasıl ulaştı, bilmiyorum. Sessiz kardeş olmasına şaşmamalı."

Charlton, Law ve Best'in Matt Busby'yi ve Old Trafford'u selamlayan heykelleri

Charlton, Law ve Best'in Matt Busby'yi ve Old Trafford'u selamlayan heykelleri

Rol Değişimi

Jack Charlton, 1960'larda Revie ile birlikte ülkenin en iyi takımları arasına giren Leeds'in önemli bir parçası olmaya devam ederken Bobby de ülkenin futbol yüzü olmayı sürdürdü. 1966'da Ballon d'Or'u kazandı. 1968'de Benfica'yı yenerek Busby'nin hayali olan Avrupa Kupası'nı kaldıran United'da iki golle finale imzasını koymuştu. 1970 Dünya Kupası'nda yaşlansa bile takımın patronuydu. 1973'te ikisi de futbolu bıraktığında farklı rollerde büyük kariyerler geride kalmıştı. Fakat yeni hayatlarında roller değişti. İlişkileri daha diri tutan, İngiliz topçusunun kanını bilen ve sahada kalmak için rakibi gözlemlemesi şart olan Jack, antrenörlük hayatına Middlesbrough ile harika başladı. Bobby ise Preston'la küme düşme deneyimini tadacaktı. Bobby bir süre sonra sahaya girdi, oyuncu-menajer olarak istediği sonuçları alacağını düşündü ama yine olmadı. Jack ise ne kadar iyi işler yapsa da yine İngiltere'de beklediği saygıyı görmedi ve 1986'da İrlanda Milli Takımı'nın başına geçti. Orada bir efsaneye dönüşecekti…

"Kariyerimi bitirme zamanım geldiğinde umarım başka görevler içinde oyunda kalırım. Ama alt ligden bir takıma gitmeyi ya da kariyerimi uzatıp başka kulüplerde birkaç sezon geçiren bir futbolcu olmayı asla istemem. Benim kulübüm United ve başka bir yerde mutlu olamam." 1967'deki temennisi pek gerçekleşmese de Bobby ile United'ın yolları 1984'te bir kez daha kesişti ve başka görevlerde oyunda kalmayı başardı. Kurtarıcısı Gregg, "Bu kadar kötü bir poker oyuncusu nasıl bu kadar iyi bir yönetici oldu, anlamıyorum" diyordu. Charlton, bilhassa Ferguson'a yarattığı güven ortamıyla kulübüne en az futbolculuğundaki kadar katkıda bulundu. "Busby, şu konuda çok açıktı: Eğer yeterince genç ve yetenekliysen fırsatın olacaktır. Ferguson'ın felsefesi de bununla aynı" diyordu.

Bobby, 1994'te 'Sör' unvanını aldı, Jack ise aynı dönemlerde İrlanda Cumhuriyeti tarafından peş peşe onurlandırıldı. Fakat 1990'larda ilişkileri törenler kadar şık gitmedi. 25 Mart 1996'da Cissie Charlton hayata veda etti. Altı ay sonra yayımlanan otobiyografisinde Jack, Bobby'nin son yıllarında annesine ilgi göstermediğini, Cissie'nin onu beklediğini yazıyordu. İkili, uzun bir küskünlüğün içine girdi. 2018'de Ray Wilson'ın cenazesine kadar bir araya gelmedikleri söylendi. Bu gerginlik, geçtiğimiz yıl çıkan Finding Jack Charlton belgeselinin de ana hatlarındandı. İki farklı karakter ve zedelenmiş ilişkilerin üzerinde çok daha dramatik bir ortaklık vardı: Demans.

İngiliz futbolunda son zamanlarda Nobby Stiles, Gordon McQueen gibi eskinin yıldızları ile gündeme gelen hastalık önce Jack Charlton'ın daha sonra da Bobby Charlton'ın kapısını çalmıştı. Finding Jack Charlton, kişisel çatışmalardan ya da İrlanda masalından çok bu hastalıkla boğuşan bir insanın izleyici üzerinde bıraktığı etki ile ön plana çıkıyordu. Bir tarafta hayatı oluruna bırakan ve o şekilde başarılar kazanan Jack, diğer tarafta İngiliz tipi futbolcu kalıbını yaşamı ve futboluyla yıkan Bobby. Bir yandan da ikisinin de başarı ya da başarısızlıklarının çoğunu sanki hiç yaşanmamış gibi hafızalarından silerek bu hayata veda edecekleri gerçeği. Jack'in zihnindeki karanlığın bir anlık da olsa aydınlandığı an, Paul McGrath'ı gördüğü andı. Şu sıralar Bobby'nin zihninde kalanlar neler acaba? Duncan Edwards mı, Matt Busby mi, Alex Ferguson mı? Yoksa Münih'in karanlığı mı?

Socrates Dergi