socratesXreflect_alt

“Aslında giden değil kalandır terk eden…”

10 dk

Almanya Koçu Gordon Herbert’in öyküsü, en az Dünya Kupası zaferleri kadar ilgi çekici. Tıpkı ülkeye basketbolu yayan Yakovos Bilek’in Türkiye’den Almanya’ya uzanan hikâyesi gibi… Yiğiter Uluğ'un kaleminden sarsıcı yolların öyküsü.

Bu yazı ilk olarak Socrates App’te yayımlanmıştır. Socrates dünyasından en yeni yazıları, özel röportajları, dosyaları takip etmek için Socrates App’i indirin, spor dünyası cebinize gelsin.

Fotoğrafı görmüşsünüzdür. Kaçıranlar olduysa şuraya bir kenara bırakıyorum.

Almanya basketbolda dünya şampiyonu olmuş. Ülkenin milli takımını tarihte ilk kez bu zirveye taşıyan koç Gordon Herbert, Manila’daki devasa salonun o anda bulunabilecek en ücra köşesinde yere oturmuş, sırtını duvara vermiş, gözlerini kapamış ve kendi içinde bir yolculuğa çıkmış. Her fotoğrafta olduğu gibi, o ânı hapsetmeye çalışan bu karenin ardında da nice soru, nice hikâye var. Ve geçmişin dolambaçlı yollarında kimi kaybolup gitmiş; kimi ismiyle, kimi cismiyle bugünlere varabilmiş nice insan…

Ne yapmaya çalışıyor Gordon Herbert? İnandığı Tanrı’ya mı şükrediyor? Omuzlarından kalkan tonlarca ağırlıktan sonra bir kelebek kadar hafif ve özgür olmanın tadını mı çıkarmaya çalışıyor? Yoksa “Tamam şimdi cennetteyim. Peki ben buraya nereden, nasıl geldim?” diye cevabını en iyi kendisinin bileceği bir sorunun peşinden mi koşuyor?

Almanya dünya şampiyonu olduktan yalnızca birkaç dakika sonra Gordon Herbert...

Almanya dünya şampiyonu olduktan yalnızca birkaç dakika sonra Gordon Herbert...

64 yıl önce Kanada’nın batısında Penticton adında küçük bir şehirde başlamıştı bu adamın öyküsü. Basketbol gibi o coğrafyada pek de popüler olmayan bir oyuna gönül vermiş, okul sıralarında hızla uzayan boyu sayesinde kendini sahada diğer çocuklardan ayırmayı başarmış ve sınırın hemen öte yanındaki bazı ABD üniversitelerinden burs teklifi almıştı.

Sevdiği oyun sayesinde Idaho Üniversitesi'nden mezun oldu ve kaderin sert rüzgârları onu Finlandiya’ya savurdu. Yine doğup büyüdüğü topraklar gibi kışları karlı, buzlu ve uzun olan, insanları basketboldan ziyade kayak ve hokey gibi bembeyaz zeminde yapılan sporlara ilgi duyan bir ülkeye…

İstikrarlıydı Herbert. 1982’den 99’a, tam 17 yıl kaldı Finlandiya Ligi'nde. 12 sezon oyuncu, ardından beş sezon da antrenör olarak… Bu arada evlendi, aile kurdu, geyik eti yemeye ve arkadaşlarıyla saunada buluşmaya alıştı. Bir anlamda Finli oldu. Sonra Avusturya’ya sıçradı, oradan da Almanya'ya…

2000’li yıllara girilirken, uzun süredir Avrupa’da yaşamasına karşın henüz koçluk kariyerinde yolun başında sayılan, adını pek kimsenin bilmediği, doğup büyüdüğü Kanada ve üniversite yıllarını geçirdiği ABD’de ise hiç tanınmayan bir basketbol gezginiydi.

Würzburg’a imza attığı günden Alman Milli Takımı’nı dünyanın zirvesine taşıdığı büyülü turnuvaya kadar, dile kolay, tam 23 yılı geride bıraktı. Yedi farklı kulüp takımında 23 sezon, arada Toronto Raptors’ta asistan koçlukla geçen bir sene, yüzlerce maç, kazanılanlar, kaybedilenler, son anda kaçırılanlar… Kestirme ya da otoyol nedir bilmeden, hep taşlı, dikenli arka yollardan geldi Gordon Herbert buraya...

O yüzden final maçı bitip de oyuncuları sahanın ortasında çılgınca sevinirken, onun gözlerden uzak bir köşede kendisiyle baş başa kalmak istemesini, şampiyonu olduğu dünyayı dışarıda bırakacak bir kuytuya sığınmasını anlamak gerek. O anki duygularını tam olarak anlayamasak da…

Gordon Herbert, Yakovos Bilek’le tanışmış mıydı acaba? Sanmıyorum.

Alman Basketbol Federasyonu’nun kapısından içeri girmiş her spor insanı gibi, Yakovos Bilek’in adını duyduğunu, onun da bir köşesinde bulunduğu siyah-beyaz fotoğrafları gördüğünü, Almanya’da basketbolun temelini atan adamdan övgüyle söz edenleri dinlediğini tahmin ediyorum. Ama onun elini sıkma fırsatı bulamamıştır büyük ihtimalle…

Ben daha şanslıymışım; ahir ömrümde bir kerecik de olsa yüz yüze gelebildim Yakovos Bilek’le. Daha “Merhaba!” derken, güçlü bir tokalaşmayla karşısındakini etki alanına alıveren, söyleyeceğini en doğru sözcükleri seçerek, hiç lafı dolandırmadan çabucak anlatan bir adam olarak kazınmış belleğime…

1992 yılı olmalı. Fast Break dergisinde çalışıyorum. Turgay Demirel’in federasyon başkanlığında ilk günleri… O zamanlar Demirel’in en yakınındaki isim olan, gayriresmi başkan danışmanı diyebileceğimiz Yalçın Granit, yanında Yakovos Bilek’le çalıştığımız salona girdi. Heyecanla “İşte Alman basketbolunu bugünlere getiren adam” diyerek daha önce adını çokça duyduğumuz eski dostunu tanıttı.

Yalçın Granit ve Yakovos Bilek

Yalçın Granit ve Yakovos Bilek

O güne dek Bilek’in belki birkaç resmini görmüş, hakkında üç-beş satır okumuştum ama bunca yıldır neden gurbet ellerde yaşadığını idrak edememiştim doğrusu… Ayaküstü sohbetimizde, o dönemde Orhun Ene, Harun Erdenay, Levent Topsakal gibi topa yön verebilen yetenekli kısalara sahip olmasına karşın, ribaund sorunu yaşadığı için Belçika ve Hollanda gibi orta halli rakiplerle bile başa çıkmakta güçlük çeken milli takımımızdan söz etmiştik. “Siz şanslısınız, Almanya’da uzun oyuncu sıkıntınız yok” dediğimde gülmüş ve unutulmaz bir cevap vermişti:

“Doğru, Almanya’da uzun bulmak dert değil. Ama onlara basketbol oyununun inceliklerini öğretmek mesele. Alman’ın günlük hayatında iki kere iki dört eder. Yalan dolan, hile-hud'a yoktur. Oysa basketbol kandırmacaya dayalı bir oyun. Fake’li oynayacaksın, rakibi aldatacaksın ki sonuca gidesin. Elin ve ayağın kadar zihnin de çabuk olacak. Bu açıdan bakınca, basketbol Akdeniz ülkelerinin oyunu. Türkün, Yunanın, İsraillinin, İtalyanın günlük yaşamı zaten binbir sürprizle, karmaşayla dolu olduğu için onların basketbol sahasında dar alan ve dar zamanda kıvraklıkla çözüm üretmesi de daha kolay oluyor.”

Mıh gibi beynime çakılan ve yıllardır orada duran bu birkaç cümle bile Yakovos Bilek’in ne kadar farklı ve çağının ötesinde bir spor adamı olduğunu anlatmak için yeterli olabilir. Ama çok daha fazlası var elbette…

Bilek 1917’de İzmir’de doğmuş. Dünyaya, hiç tekin olmayan bir dönemde, ateş ve barut kokulu bir kapıdan girdiği halde, Cumhuriyet’in ilk çocuklarından olmanın verdiği gurur, özgüven ve enerjiyle hep çalışmış da çalışmış. Doğduğunda Konstantinidis olan aile isminin devlet tarafından değiştirilip Bilek yapılması, küçük Yakovos’un sonraları basketbolla kuracağı çok özel ilişkinin habercisi miydi acaba?

Yeniliğe açık, sürekli soran, sorgulayan, çağı yakalayıp, bu coğrafyanın kaderini değiştirmenin şart olduğuna inanan bir kuşaktan geliyor. O yıllarda doğup büyümüş olanların ortak özelliğidir bu; ne iş yaparlarsa yapsınlar, Batı’yla arayı kapama gayreti içindedirler. İlkokulu Saint-Michel’de okuyup Fransızca öğrenmesi, daha sonrasında Alman Lisesi’ne gitmesi, bu arada İngilizcesini de geliştirmesi, Bilek’in erken yaşta bir ‘dünya vatandaşı’ gibi eğitim almasını sağlamış.

Sonrası, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi. Ama basketbol sevdasını bir kenara koymak ne mümkün! İstanbul’un en bilinen Rum mahallelerinden Tatavla’da Herakles adıyla kurulmuş ancak semtin adı Kurtuluş’a dönüştürülünce, aynı isimle federe olan kulüpte oynuyor Yakovos. Takımın pivotu, skoreri, beyni, her şeyi…

1939 ve 1940’ta İstanbul şampiyonu oluyorlar. Savaş yine gelip kapıya dayanmış, 1941’de İstanbul Şampiyonası bile düzenlenemiyor. Ardından pek çok akranı gibi askere gidiyor Bilek. Üç yıl süren vatani görevden dönüşte, kayıt olduğu tarihten 10 yıl sonra bitirebiliyor hukuk fakültesini.

Dönemin kıt kanaat geçinen Türkiye’sinde basketbol da son derece zor koşullarda oynanabilen, pür amatör sporcuların büyük özveriyle bir araya geldiği bir oyun. Savaşın yerle bir ettiği Avrupa ülkelerinde de durum farklı sayılmaz. O yüzden uluslararası temaslar yok denecek kadar az.

İşte o günlerde, 1946’nın 29 Ekim’inde İstanbul limanından Güneysu adını taşıyan bir vapur kalkar Pire’ye… Ertesi sabah İzmir’e uğrar, bir mola verir. Üç günlük yolculukla Yunan toprağına ayak basan yolcular, kasım ayının ilk haftasında Atina’da oynanacak bir dizi maçın oyuncularıdır. Önce Pire ve İstanbul karmaları karşılaşır, sonra Türk ve Yunan milli takımları…

Zamanın Türkiye A Milli Basketbol Takımı... Yakovos Bilek, oturanlar arasında soldan ikinci sırada.

Zamanın Türkiye A Milli Basketbol Takımı... Yakovos Bilek, oturanlar arasında soldan ikinci sırada.

Son olarak da Atina Karması ile İstanbul Karması oynar. Aslında sahaya çıkanlar neredeyse hep aynı oyuncular olmasına karşın, birinci ve üçüncü randevular özel maç olarak kayıtlara geçer, ortadaki ise resmi milli maç olarak...

Yakovos Bilek, üç maçı da kazanan Türk takımında yer alır. Bizans’ın Rumcası ile Osmanlı’nın Türkçesinin konuşulduğu bir evde doğmuş, Ortodoks Hıristiyan olarak vaftiz edilmiş, kendisini yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olarak gören, bu gururla göğsünde Ay-Yıldız taşıyan formayı giyen milli bir sporcudur.

Burada hafifçe soluklanıp 10 yıl ileri atlayalım. 1956 yılına… 24 Eylül 1956 tarihli bir mektup görüyorsunuz bu yazının yamacında…

Dönemin başbakanı Adnan Menderes’e yazılmış. Ürkek ve mütereddit bir daktilodan çıkmış sanki… Ne olmuş da 10 yıl önce milli formayla Türkiye’yi Atina’da temsil eden başarılı sporcu, “Güzel ve istikbali parlak ülkemizde yaşamının devamını ve endişelerinin izalını (giderilmesini)” bekliyor? “Her hususta halis bir Türk gibi düşünmekte” olduğunu vurgulamak zorunda kalmış. Üstelik bu süreçte aktif spor yaşamına son verdikten sonra başladığı hakemlikte zirveye çıkmış, Türkiye’yi temsilen 1952 Olimpiyat Oyunları'nda Helsinki’de düdük çalmış. Sadece İstanbul’da değil, yurtdışında da tanınan saygın bir spor insanı olduğu halde bir sayfalık bir mektupla kendini anlatmaya çalışıyor. Neden?

Zira 1955 yılının takvimine Cumhuriyet tarihinin en karanlık günlerinden ikisinin gölgesi düşmüş. 6-7 Eylül günlerinde İstanbul’un cadde ve sokaklarında kıyameti yaşamış insanlar… Saldırılan okullar, kiliseler, yağmalanan dükkânlar, kırılan, dökülen, parçalanan ve on yıllardır onarılamayanlar… Belli ki, Yakovos Bilek de hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını hissederek ‘güvercin tedirginliğinde’ yazıyor o satırları memleketin başvekiline…

Menderes, Bilek’in mektubunu okumuş mudur; bilmiyoruz. Okumuşsa ne demiştir acaba? “Giderlerse gitsinler” veya benzeri birkaç söz dökülmüş müdür dudaklarından? Mümkün.

Bilek'in dönemin başvekili Adnan Menderes'e yazdığı o mektup...

Bilek'in dönemin başvekili Adnan Menderes'e yazdığı o mektup...

Bilek Ailesi de gidiyor. Yakovos’un Alman Lisesi’nden arkadaşı ve “Türkiye’de basketbolun babası” olan Turgut Atakol’un referansıyla Alman Basketbol Federasyonu Başkanı Hans-Joachim Höfig, Bilek’i milli takım antrenörlüğüne getiriyor.

Yıl 1962. O sıralar Almanya, Avrupa basketbolunda ilk 20 ülke içinde bile değil. Haliyle, Höfig’in daha önce teklif götürdüğü şöhretli çalıştırıcılar görevi kabul etmemiş. Antrenörlük deneyimi Kurtuluş ve Beşiktaş’ta çalışmaktan ibaret olan, hatta Beşiktaş’ın başındayken Karagücü maçında bütün topları Hüdai Budanur'a kullandırıp, onun 110 sayının tamamını atmasını sağlayan, sonra da çıkıp “İşte milli takıma almadığınız adam bu” diyen, deyim yerindeyse biraz ‘Çılgın profesör’ havasındaki Bilek geçiyor Alman Milli Takımı’nın başına…

Başlangıçta işlerin pek iyi gitmediğini tahmin edebilirsiniz. 1965’teki Avrupa şampiyonasına katılma hakkı elde ediyorlar ama turnuvada oynadıkları dokuz maçta iki galibiyetle 14. sırayı alıyorlar. Yugoslavya’dan yedikleri tarihi fark da cabası…

Almanya’nın (o zamanlar Batı veya Federal Almanya deniyordu) uzun vadeli hedefleri var: 1971 Avrupa Şampiyonası ile 1972 Münih Olimpiyat Oyunları. İki organizasyona da ev sahipliği yapacaklar ve tribünleri dolduracak taraftarları hiç değilse ‘fazla üzmemek’ istiyorlar.

1968 yılına gelindiğinde Yakovos Bilek çıkıyor federasyon başkanının karşısına. Yine her zaman olduğu gibi hiç lafını sakınmadan “Böyle bir yere varamayız” diyor. Höfig şaşırıyor, “Niye? Senin göreve geldiğin güne göre daha iyi durumdayız. Daha fazla maç kazanıyoruz, Avrupa klasmanında yükseliyoruz” diyecek oluyor. Fakat Bilek kararlı: “Bu ülkede basketbol oynayan çocukların sayısı az. Çoğunluk basketbol diye bir spor dalının varlığından bile habersiz. Bunu üstyapıdan, milli takımla değiştiremeyiz. Basketbolu okullara yaymamız, çocuklara sevdirmemiz lazım.”

Üstünde Almanya Milli Takımı eşofmanıyla Yakovos Bilek...

Üstünde Almanya Milli Takımı eşofmanıyla Yakovos Bilek...

Bilek, başkanı ikna edebilmek için epeyce dil döküyor ve milli takım antrenörlüğü koltuğundan kalkıp kendini tamamen altyapıya veriyor. Görevini nasıl isterseniz öyle tanımlayın; koordinatör, direktör, eğitimci ya da hepsi birden. Ülkenin her köşesini geziyor. Okullara gidiyor, önceliği basketbola ilgi duyan beden eğitimi öğretmenlerine vererek herkesle konuşuyor. İlk yapılması gerekenin, yetiştiriciler yetiştirmek olduğunun farkında. Ektiği tohumlar daha fidan olamadan gelip çatan 1971’deki Avrupa şampiyonasını Almanya dokuzuncu sırada bitiriyor. Ertesi yıl olimpiyatlarda Polonya, Senegal, Filipinler galibiyetleri; 16 ülke arasındaki 12’ncilik biraz daha özgüven aşılıyor ve tutulan yolun doğru olduğunu müjdeliyor.

Sonrasını tahmin edebilirsiniz. 1980’lerde Almanya, Avrupa basketbolunda rakiplerinden saygı gören, istikrarlı bir ülkeye dönüşmüştü. 1983 Avrupa Şampiyonası'nda ilk kez çeyrek final oynadılar, 1985’te aynı turnuvayı beşinci sırada tamamladılar. Başta Detlef Schrempf olmak üzere Alman sisteminde yetişmiş pek çok genç ABD üniversitelerinden basketbol bursları aldı. İyi okullarda okuyup, sağlam programlarda gelişip, profesyonel kariyerleriyle uluslararası basketbolda önemli izler bıraktılar.

Yakovos Bilek, 1982’de emekliliğini isteyip resmi görevinden ayrılmış olsa da basketboldan kopamadı elbette. Her kategoride Alman milli takımlarının bir parçası, âdeta omuz başındaki koruyucu meleği olmayı sürdürdü. 1993’te Almanya; Welp’li, Gnad’lı, Harnisch’li kadrosuyla tarihinde ilk kez Avrupa şampiyonu olurken, takımın koçu Svetislav Pesic’i ilk kutlayanlardan biriydi. Pesic de onun gibi huzurlu bir sığınak ararken Almanya’ya gelmiş; ülkesindeki savaştan kendisini, ailesini ve basketbol kariyerini uzak tutmaya çalışan bir antrenördü.

Bilek’in yaktığı ateşle aydınlananların listesi kabarık. Giderek uzamaya başlayan bu yazıda hepsine birer cümle ayıramayız korkarım. Ama bir tanesi var ki, atlamak imkânsız: Holger Geschwindner… Dirk Nowitzki’yi keşfedip basketbol dünyasına armağan eden, sonra da yıllar boyu onun mentörü, rehberi, akıl hocası, can yoldaşı olan adam! Geschwindner de oyunculuğu döneminde Bilek’in basketbolu Almanya’nın her köşesine yayma çabalarına yakından tanık olmuş ve bundan etkilenmiş bir isimdi.

Dirk Nowitzki ile Holger Geschwindner

Dirk Nowitzki ile Holger Geschwindner

Kurtuluş’tan çıktık, Nowitzki’ye kadar geldik. Üstelik daha Dennis Schröder’den, onun Alman bir baba ile Gambialı bir annenin Müslüman oğlu olarak yetiştirilmiş olmasından hiç söz etmedik. 2005’te son nefesini Atina’da veren Yakovos Bilek de izleyemedi Schröder’i, ne yazık…

Çok farklı zaman dilimlerine, birbirinden çok uzak coğrafyalara yayılmış; savaşlarla, kıyımlarla, insanın insana yaptığı sayısız kötülükle ve ille de göçle çerçevesi çizilmiş bu hikâyelerin ortasında bir yerlerde topun parkeden sekerken çıkardığı sesi duymak, sanıyorum en büyük tesellimiz. En hafif deyimle “Kimse kendi köyünde peygamber olamaz” başlığıyla anlatabileceğimiz bu demir leblebileri, ne mutlu ki basketbol bir nebze yumuşatıyor, hüznünden arındırıyor.

İnsanlığın hiç ders almadan dönüp dolaşıp aynı sularda çırpınıyor olması ne acı! Doğup büyüdüğü topraklara sığamamış, kök salmasına izin verilmemiş ve kendini başka diyarlarda bulabilmiş onca kahramana saygı duruşunda bulunmak güzel… Tamam, buna kimsenin itirazı olamaz. Ama bugün çocuklarını “Gitsem nereye kadar, kalsam neye yarar?” ikileminde çaresiz bırakan bir ülke nereye varabilir?

Keşke tanışabilseydi Gordon Herbert, Yakovos Bilek’le… Su içercesine kana kana konuşurlardı, saatlerce… Eminim.

Spor dünyasını cebinize getirecek olan Socrates App yayında. Bu röportaj gibi birçok yazı, röportaj ve özel dosyayı Socrates App sayesinde okuyabilirsiniz. Damien Comolli, Carolina Klüft, Fatih Terim röportajlarının yanı sıra Mo Farah'ın vedasından Sepp Kuss'un Vuelta'daki zaferine, Metin Oktay'dan EuroLeague'de 2023-2024 sezonuna, FIBA Dünya Kupası'ndan Dünya Atletizm Şampiyonası'na birçok yazı, röportaj ve özel dosya Socrates App'te sizleri bekliyor. iOS ve Android üzerinden indirmek ve bu yolculuğun parçası olmak bir tık uzağınızda.

Socrates Dergi