socratesXreflect_alt

Kaçış

10 dk

Orhan Kemal, birçok edebiyat sevdalısına ilham verdi, vermeye de devam ediyor. Onun zor günlerinde ise umudunu ayakta tutan şey futboldu. Unutulmaz yazarın kaleminden futbol hatıraları…

Sıradan insanların sıradan öyküleri… Belki de anlatılması en zor olanı bu. Ama iyi yapılırsa da en etkili olanı belki de… Orhan Kemal, Bereketli Topraklar Üzerinde romanı ya da senaristlerinden biri olduğu Gurbet Kuşları filmi ile ülke tarihinde bunu başarabilen kalemlerden biri. Bunda kendi yaşadığı zor günlerin de payı var elbette. Çocukluk ve gençlik yıllarını kaleme aldığı Baba Evi ve Avare Yıllar kitaplarında, babası Abdülkadir Kemali Bey'in yaşadığı zor günlerin aile üzerinde etkisini okurken bunu görürsünüz.

Asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü olan Orhan Kemal, Çukurova'dan Beyrut'a uzanan çocukluk dönemlerinde çektiği sıkıntıları anlatırken, sık sık kaçış noktası olarak futbolu ön plana çıkarır. Adana sınırlarında 'Golcü' Raşit olarak nam salan yazar; mahalledeki futbol coşkusunu, spor mecmualarına bakarak kurduğu düşleri ve Fenerbahçe'de oynamak için İstanbul yollarına düşüşünü de es geçmemiştir. İşte bu iki kitaptan 'sporcu' Orhan Kemal anıları:

Maçlar yapardık ... Gazozuna, ellişer kuruşuna... Ağustos güneşinin Adana'yı kasıp kavurduğu altmış derece sıcaklıkta biz top peşinde koşardık. Yanmış, meşine dönmüştük. Sabahlardan akşamlara kadar, bitmez tükenmez halftaymlar tamamlardık. Öyle ki, Yorgi bir gün, "Yahu çocuklar," demişti, "ay ışığında futbol oynamak kıyak mı kıyak olacak!" Sahiden de ... Pırıl pırıl ayın altında saha gündüz gibiydi. Artık, gündüzleri bir türlü tamamlayamadığımız halftaymlara geceleri devama başladık.

Yakın kasaba veya köylere seyahatler de yapıyorduk. Böyle günler -çoğu kez pazara rastlardı- daha güneş filan doğmadan, çapaklı gözlerimizle Ahmet Efendi'nin kahvesinde toplanırdık. Yirmi Altılık Memet -takım kaptanımızdı- kısacık boyu, dirseklerine kadar sıvalı kollar, çarliston pantolonu ve leş gibi hasır şapkasıyla, hepimizden önce gelmiştir, sağa sola emirler verir. Hasan Hüseyin'i futbol topunun meşinini diktirmeye, Doç Ali'yi solüsyon bulmaya yollar, sonra dehşetli bir sır halinde sakladığı takım şeklini bir kenarda gözden geçirirken fevkalade sinirli görünürdü.

Hiçbir zaman her şey hazır olmazdı. Bütün dikkatimize rağmen, mutlaka unutulmuş bir şeyler olurdu ve Yirmi Altılık Memet mutlaka sinirlenir, bağırır çağırır, kamyona zoraki binerdi.

Kamyon parasını harçlıklarımızdan denkleştirirdik. Olan olmayana borç verir, üstünü ya Yorgi tamamlar ya da Kahveci Ahmet Efendi'den borç alınırdı. Kamyon, milli marşlar ve el çırpmalar içinde, neşe yüklü, kalkardı. Aydın eli kulağa atar, daha sonra Yorgi, insanı gülmekten çıldırtan numaralarına başlardı.

Gittiğimiz yerde yenmişsek, dönüş bir kat daha neşeli olurdu. Yendiğimiz kulübün çektiği ziyafette bizi görmeli!

Yorgi'nin bir yanında Parlak Saim, öbür yanında, ya Doç Ali ya Kambur Recep, tam karşılarında da Hasan Hüseyin'le Gazi ... İdarecilerimiz konuşma yarışına girmişler gibi, birbiri peşi sıra kalkıp otururlarken, biz fırsattan istifade, karınlarımızı tıka basa doyurmaya koyulurduk. Arada Yorgi fısıldayıverirdi:

"Dayan Hasan Hüseyin, beleştir, dayan!" Kıkırtılarımızı durduramaz, konuşmasını sürdürmekte olan zatı şaşırtırdık.

Bir gün yakın kasabalardan birisine bir maç teklifi yapmıştık. Evvelce de sık sık gidip maçlar yaptığımız için, bir mektupla, geleceğimizi bildirmek kafiydi. Gene öyle, teklif mektubu yazıldı, postaya atsın diye Kasafan Cemal'e verildi. Pazar sabahı gene her zamanki gibi, çapaklı gözlerimizle, Ahmet Efendi'nin kahvesinde toplandık. Yirmi Altılık, gene sağa sola adamlar yolladı, kendi kendine takım dizdi bozdu, vara yoğa sövdü saydı... Nihayet kamyona bindik ve kamyon yirmi delikanlının neşeli kahkahalarıyla kalktı.

Kasabaya öğleden az evvel vardık. Yolda öyle bağırıp çağırmıştık ki, karınlarımız açlıktan zil çalıyordu. "Ah, bir kere varsak! " diyorduk. Yorgi, "Şerefsizim," dedi, "otuz tabak yiyecem!" Hasan Hüseyin: "Ya ben? Ya ben?"

"Ben kaymaklı kayısı kompostosu ... "

"Ben revani ... "

"Ben karnıyarık ... "

"Fasulye ile pirinç pilavı, Allaaah!"

Kamyonumuz, benzin kokulu yorgun homurtusuyla kasabaya girdi. Büyük bir köye benzeyen kasaba, güneşin altında yorgun, tatsız, adeta bomboştu. Kerpiç evlerin pencerelerinden uzanan başlar bize hayretle bakıyorlardı. Kulüp binasının önünde durduk. Fakat hayret! Kulübün büyük, tahta kapısında kocaman bir kilit. "Bu da nesi?" İlkönce Yirmi Altılık atladı. "Dalga mı geçiyorsun?" demek isteyerek kilidi yokladı. Kilidin hiç şakası yoktu. Yorgi'nin endişeyle büyüyen gözleri, insana korku veriyordu. Yirmi Altılık, harap, döndü:

"Ne yapacağız?"

"…"

"Yoksa mektubumuzu almadılar mı?"

"Şuradan şuraya, imkan var mı? Görülmüş şey mi? "

Aklımıza birden Kasafan Cemal geldi, onun iri vücudunu, kocaman kafasında kurşuni bebekli gözlerini aradık. Hayret! Kasafan Cemal yoktu ... Halbuki sabahleyin bizimle beraberdi ... Birkaç çocuk kamyona sokulmuş, bize bakıyorlardı. Kulübün idarecilerine haberler uçuruldu, geldiler ama... Mektubumuzu almamışlar. Esasen, bir maç için de hazırlıklı değillermiş. Oyuncularının birçoğu bilmem ne köyünde patozda çalışmaktaymış, genel kaptan İzmir'deymiş... İstersek egzersiz mahiyetinde...

İlle Hasan Hüseyin'in yüreğine inecekti. Yumruklarını midesine bastırarak kulüp binasının gölgesine çömeldi, çapaklanan cam gözünü çıkardı, mendiliyle sildi. Ben açlığımı birdenbire bütün dehşetiyle duydum. Hiçbir zaman, "Açız, paramız da yok! " diyecek kadar yüzsüz değildik. Çaresiz razı olduk ve ikindiüstü bir egzersiz yapmayı kabullendik.

Kamyoncu, parasını peşin almıştı, çekti gitti, idareciler çekti gitti, küçük, büyük oğlanlar çekti gittiler. Her birimiz birer kenarda, kimimiz bir köşeye düşünceli düşünceli işiyor, kimimizin başı yumrukları arasında, kimimiz din iman dümdüz gidiyorduk.

"N'olacaktı böyle? Aç acına maç mı yapılırdı?"

"Niye kabullendilerdi sanki?"

"Peki ama, maçtan sonra neyle dönecektik?"

"Sahi, o da vardı. .. Kamyoncu peşin para almadan götürmezdi ki... "

Öğleyi bir buçuk saat geçiyordu. Yorgi,

"Çocuklar," dedi, "bende yüz on altı kuruş var.

Herkeste ne varsa çıkarsın, birleştirelim de karınlarımızı doyuralım!"

İçimizden birisi, "Hayır, hayır," dedi,

"paralarımızı birleştirip bir kamyon kiralayalım!"

"Kamyon kiralayacak kadar paramız yok."

"Peki, n'olacak?"

"Allah'ın dediği olacak, Allah'ın dediği... "

"Her şeyden evvel boğaz, arkadaşlar! Karınlarımızı doyuralım... "

"Tabii, tabii... Zil çalıyoruz ... "

Yorgi'nin yüz on altı kuruşuna ancak seksen iki kuruş eklenebildi. Hasan Hüseyin gitti sıcak ekmek, kara zeytin, tahin helvası aldı geldi. Yorgi, "Ulan Hasan Hüseyin," dedi, "gittin de ekmeğin tazesini mi aldın? Şunlara bak be, yuuu... Karaböcekler gibi!" Sahiden de kara böcekler gibiydik ... Ekmeklere filan bir üşüştük, bir kalktık ... Ellerimizde birer parça ekmek, kara zeytin, tahin helvası... Yorgi gözlerini ayıra ayıra somununu ısırırken:

"İki su bir ekmek yerini tutar çocuklar, iki su bir ekmek yerini!" Dayandık suya. Arap Hasan, "Allah kerim be !" dedi. "Ağlayıp da gözden mi olalım?"

"Ne ağlayacağız yahu, boş ver... "

"Bütün gece tabana kuvvet... "

"Tabii, tabii ... Maçımızı da mis gibi yaparız... "

"Ya akşam yemeği?"

Yorgi birdenbire, "Çocuklar be," dedi, "size bir şey söyleyeyim mi? Gidelim heriflere, diyelim böyle böyle, anlatalım vaziyetimizi...

Bize ya yiyecek versinler ya da kamyon kiralasınlar... Ha? " Hasan Hüseyin, "Yiyecek versinler, yiyecek! " dedi.

Gazi: "Boş ver lan ... Yiyecekmiş... Kamyon tutsunlar da savuşup gidelim ... "

"Yemek daha iyi!"

"Boş ver yemeğe canım, sen de... "

"Kamyon kamyon!"

"Hayır, yemek... "

"Hayır hayır, kamyon daha doğru... "

"Yemek, yemek, yemek!"

Yemekte karar kılındı. Yorgi'nin başkanlığında bir heyet gitti, teklifi yaptı ama ... " Genel kaptan İzmir'de olmasaymış ... Malum ya, gayri federe kulüpler... " Maçı yaptık. Bir sürü gol attık, alkışlandık, yaşa diye şerefimize bağırdılar... Hepsi bu kadar. Ver elini tozlu yollar! Futbol oynayanların hali büsbütün haraptı. Kasabadan çıkınca, ulu dutların inleyerek hışırdadığı ormanın nemli topraklarına, futbol oynayan biz on bir kişi, sırtüstü uzandık. Terden sırılsıklamdık, yanıyorduk. Hasan Hüseyin, Yorgi, Kambur Recep, Vatür Salih bacaklarımıza masaj yaptılar...

Müthiş güneş yusyuvarlak ve kıpkırmızı batıyordu. Ortalıkta çıldırtan bir serinlik ... Fitillerinden birbirine bağlı top ayakkabılarımız omuzlarımıza atılı, yalınayak, hala fırın külü kadar sıcak tozlan çiğneye çiğneye düştük yollara.

Eğilmez başın gibi

Gökler bulutlu efem

Dağlar yoldaşın gibi

Sana ne mutlu efem!

On iki yaşında Aydın, Yorgi'nin omuzunda, şarkı söylüyor, biz hepimiz mınltılanmızla ona katılıyorduk. Sıra, "Oyna yansın cepkenin"e gelince, yirmi delikanlının açlık ve yorgunluktan fersizleşen sesi, doğan aya bir isyan gibi yükseliyordu: Oyna yansın cepkenin!

Ay hızla yükseldi, ufaldı ve kuvvetli parıltılarla göğün derinliklerine kaçtı. Gece bastırmıştı... İki yanımızda hasat edilmiş buğday tarlaları, uzaklarda kızıl, turuncu alevler ve böcek çıtırtılarıyla dolu serin gece. Yürüyorduk. Hiç durmadan yürüyebilsek, sabah namazından iki saat sonra şehre varabilecektik. Arada, bacaklarımızın tutulduğundan şikayet ederek ve gittikçe bastıran uykunun işaretleri esnemeler çoğalarak yürüyorduk. Bir meşeliğe vardığımız zaman, Yorgi, fosforlu saatine baktı: "On biri çeyrek geçiyor!" dedi.

Artık ne bacaklarımız emrimizdeydi, ne de gözlerimiz. Bodur meşeliğe dağıldık, uykuya bayılmışız. Uyandığımız zaman güneş yusyuvarlak ve kıpkırmızı bir küre gibi doğuyordu. Sonra?

Sonra, kaldırılmış harman yerlerinden buğday toplayıp açlığımızı öldürdük. Yorgi fosforlu saatini sattı, yolumuzun üstündeki bir inşaat kantininden karınlarımızı doyurduk. Haşlanmış tavuklara dönmüştük. Ta ikindi serinliğinde şehre girebildik. Tabii Yorgi, amcasından mükemmel bir dayak yemiş, babaannem beni esaslı bir sorguya çekmişti ... Ve ertesi gün, koskoca gövdesiyle Kasafan Cemal itiraf etmişti: "N'apiyim, sıcaktan geberiyordum, dayanamadım!" Mektubu postaya atmamış, pul parasıyla ayran içmiş! Ey açlık! Seni midemde, iliklerimde, kanımın yuvarlarında duydum. Ve sen, benim iyi, benim koruyan ve merhametli olan soyum, insan soyu, sen sonsuz tokluğu fethedeceksin!

Lig maçları geldi çattı, bu arada atletizm yarışları da. Fakat aldığımız gıdayla sarf ettiğiniz kalori arasında müthiş oransızlık olduğundan, Gazi de, ben de adamakıllı zayıflamıştık. İncelmiş bacaklarımız, tahtaya dönmüş göğüslerimizden utanıyorduk. O akşam tuz, kırmızı biber ve kimyondan ibaret bir karmayı çeyrek somunla yemiş, yatmıştım. Ay sonları babaannem vaziyeti bir türlü idare edebiliyordu.

Öğleden sonra atletizm yarışmaları vardı. Ben iki yüz koşacaktım, bin beş yüz koşacaktım, dört çarpı yüz koşacaktım. Genel kaptan, "Aman çocuklar," demişti, "öğleyin et yemeyin! Hele soğan. Sakın!" Bu yarışmaları mutlaka kazanmamız lazımmış! Kulüpte pingpong oynadık, dedikodu yaptık. Gazi, Hasan Hüseyin'i kızdırdı ve öğleden sonraki yarışmalardan konuştuk. Konuştuk ama, dikkatimizi de bir nokta çekip duruyordu: Hasan Hüseyin bol bol sigara içiyordu! Kırkımız da birbirimizi bilirdik. Yanına sokuldum, a… sigarasının ucu da yaldızlı! Yaldızlı sigara ve bizler…

"Nerden?" dedim…

"Boş ver," dedi, "senin payını ayırdım. Gazi'ye duyurma!"

"Peki ama… Nerden?"

"Boş ver dedik yahu…. Allah Allah…"

Rahat edemiyordum ki… Peşini bırakmadım.

Nasıl bırakırdım? Ya gömü bulduysa? Tenhada kıstırdım. Kıs kıs gülüyordu. Bol paçalı pantolonunun arka cebinden mavi bir karton kutu çıkardı: "Toriklerime bak! Senin payın ayrıldı. Ama Gazi'ye duyurma. Allahını seversen, rezil eder insanı."

"Nerden estiğini öğrenmek istiyorum ben!"

"Tuh ulan, silsilene sülalene be! Amma da tebelleş oldun. Üzümü ye, bağını sorma dedik işte ... "

"Benden sır çıkmaz, bilirsin ... "

"Belli olmaz. Sen yemin et!" Ettim.

"Genel kaptan,'' dedi, "masanın üstünde unutmuştu."

"Sen de ... "

"Ben de ... Bildiğin gibi işte. Bir tane istedim, vermedi. Öğleden sonra koşamazmışım, nefesim kesilirmiş."

"Peki, ya çakılırsa?"

"Yok canım, nerden çakılacak? Herif yok yoksul değil ya!"

Tam bu sırada genel kaptan telaşla geldi. Hasan Hüseyin'in rengi uçtu. Ama korkulacak bir şey yoktu. Çivili pabuçlarımızı dağıtıyordu. Sonra cüzdanını çıkarıp bir beş liralık ayırdı, Hasan Hüseyin'e, "Kardeş," dedi, "bana bir Boğaziçi sigarası alır mısın? "Hasan Hüseyin'in rengi yerine geldi. Parayı kaptı, fırladı. Bizim genel kaptan tam bir spor hastasıydı. Kulübün içinde bütün gün canlı bir makine gibi dolaşır, odalara girer çıkar, arkadaşlarla teker teker ilgilenirdi. Şimdi burdadır, az sonra ötede. Gene öyle, kim bilir kaçıncı defadır ki, depar ve fodeparı izah ediyordu. Hasan Hüseyin sigara paketini uzatırken o, dört çarpı yüzde bayrak alıp verirken bilhassa nelere dikkat etmemiz gerektiğini anlatıyordu.

Öğleyin hiçbir şey yememiştim, yiyecek bir şey yoktu ki. Bir dilim ekmek, fakat sadece ekmek, bayat, katıksız. İki yüzde göğüs farkıyla ikinci geldim. Dört çarpı yüzü kazandık. Kalbim öyle sökülürcesine çarpıyordu ki ... Ya gözlerimin kararması? Midemde gurultu, bir sızlama. İçim bulanıyordu. Tam bu sırada bin beş yüze çağırdılar. Dünya sallanmıyordu şüphesiz, ağaçlar da yer değiştirmiyorlardı. Genel kaptan, "Aman," dedi, "aman ...Bütün ümitlerimiz bu yarışta. Eğer bunu kazanırsak, ki kazanmamız lazım, puan hesabıyla başa geçiyoruz. Canını dişine tak, mutlaka mutlaka..." Şakaklarımda soğuk bir ter.

"Öğleyin et yemedin değil mi?"

"Efendim? Et mi dediniz? Ben mi?"

"Evet, siz ... "

"Hayır, yemedim."

"İştahını akşama sakla, bol bol yersin!"

"?? .. "

Bacak adalelerim sinirli sinirli titriyor, kaşım seğiriyordu. Galiba yedi kişi, yan yana dizilmiştik. Tabanca patladı, fırladık. İlk tur, ikinci tur.

Gözlerimin kararması artıyordu. İçimde fazlalaşan bulantı. Sanki toprak, çivili pabuçlarımın altından kayıyordu. N'oluyorum?

Üçüncü tur... Genel kaptanın önünden geçiyorum, canımı dişime takmışım. İki adım gerimden takip ediyorlar. Genel kaptanın dudağında sigara, zaten san yüzü büsbütün sararmış. "Aç," dedi, "aç, aç, aç!" Son gayretle az daha açıyorum. Dördüncü tura başladık. Ortalara doğru. Hala en öndeyim ...

Dördüncü turun bitmesine az kalmıştı, sanki kafama bir odun yedim ve etraf altüst oldu. Gözlerimi açtığım zaman lacivert gökte bütün kuvvetiyle parlayan ayı gördüm...

Gazi başucumdaydı.

"N'oluyor?" dedim.

"Yat!" dedi.

"Peki ama, niçin?"

"Elinin körü. Yat işte ... "

"Bayıldım mı?"

"Bayıldın ve bir çuval inciri berbat ettin."

Doğrulup oturdum. Gece, serin gece, üşüten ışıklar, ayın gümüş ışıkları. Gövdem kaskatı kesilmişti. Birdenbire her şeyi hatırladım ve açlığımı bütün kuvvetiyle duydum.

"Genel kaptanın gözüne görünme!"

"Niye?"

"Bin beş yüzü kaybettin, puan hesabıyla ikinciliğe düştük, senin yüzünden."

Hasan Hüseyin araya girmişti. "Serseri," dedi, "bayılacak ne vardı sanki?"

Şaka yapıyordu şüphesiz. İkisi de koluma girdiler, elbiselerim koltuğumda tortop, arabaya bindik. Hasan Hüseyin bir doktor adresi verdi.

"N'olacak? " dedim.

"Hasta değil misin?"

"Ben mi?"

"Evet ... Sen."

"Ne hastalığı yahu, boş ver."

"Niye bayıldın öyleyse?"

Kulağına eğilip anlattım. Kahkahayı bastı.

"Öyleyse arabacı çek," dedi, "çek kebapçı Silo'ya!"

Kalabalık dükkanda çıldırtan bir et kokusu.

Hasan Hüseyin bir patron edasıyla, garsona, "Sist," dedi, "oğlum. Bak beylere!"

Nasıl? Hasan Hüseyin miydi bu? Gazi: "Bir yanlışlık olmasın oğlum, Hasan? Bende de, bunda da metelik yok, sonra ... "

Hasan Hüseyin gayet ciddiydi: "Beylere baksana oğlum, garson!"

Kebapları söyledik. Öyle canlanmıştık ki ... Lakin değirmenin suyu? Hasan Hüseyin mavi kartonlu kutudan yaldızlı sigaralarımızı da ikram etti, kulaklarımızın arkasına koyup üçümüz üç yandan kebaplarımıza öyle bir saldırdık ki, nefes nefese, tıkanırcasına!

Yemekten sonra ellerimizi yıkarken Hasan Hüseyin usullacık fısıldadı, değirmenin suyu hakkında bilgi verdi:

"Genel kaptana aldığım sigaradan artan parayı gürültüye getirip ... "

*İmla kurallarında metnin orijinaline sadık kalınmıştır.

Hazırlayan: İlhan Özgen

Socrates Dergi