socratesXreflect_alt

Geçmiş Artık Acıtmıyor

15 dk

Per Petterson son dönemde giderek popülerliği artan Norveç edebiyatının en başarılı kalemlerinden. İstanbul Uluslararası Edebiyat Festivali için Türkiye'yi ziyaret eden yazarla kitaplar, mekânlar ve geçmiş yıllar hakkında konuştuk.

"Norveç'te çok fazla spor dergisi yok. Josimar adında bir futbol dergisi var sadece. Ben de futbol seviyorum. Valerenga'yı destekliyorum. Ama bu seçtiğim bir şey değil. Orada doğdum. Babam da Valerenga'da futbol oynamış. Valerenga'nın kayak takımında da yarışmış. Amatör seviyede bir boksördü aynı zamanda…"

Per Petterson, henüz sohbet koyulaşmadan Socrates Dergi'nin Haziran sayısını eline alıp sporla ilgisini anlatmaya bu cümlelerle başladı. Şikâyetçi değildim tabii. Socrates'te 'her spor dışı röportajın bir yerinden sporla bağlanmasının' zor olduğunu biliyordum. Petterson'un kitaplarında birkaç futbol detayı olsa da belirgin bir spor bağlantısı yok. Valerenga'nın Beşiktaş'la Kupa Galipleri Kupası'ndaki eşleşmesini hatırlamıyordu ama yukarıdaki cümleler röportajı kurtarmıştı.

İstanbul Uluslararası Edebiyat Festivali için bir diğer Norveçli yazar Dag Solstad ile birlikte Türkiye'ye gelmişti Petterson. Çok seyahat etmenin artık onu ne kadar yorduğundan bahsetse de birkaç yıl önce konusu açıldığında "İstanbul'a davet edilirsem giderim" dediği için bu seneki daveti geri çevirmemiş. Ben de son anda onay aldığım röportajımız için Norveçli yazarla kaldığı otelin lobisinde buluştum. Röportajın sporla bağlantısı da hemen aradan çıktığına göre rahatlıkla yaşayan en sevdiğim yazarla sohbetime odaklanabilirdim.

Artık Valerenga'da yaşamıyorsunuz. Oslo'nun dışında, elektriği bile olmayan bir çiftlikte yaşadığınızı okumuştum.

Artık var. Fiber internet bile var. Güzel bir çiftlik. Evim ve çalıştığım kabin arasında köknar ağaçları var. "Japon bahçem" diyorum oraya. Çocukken kütüphanede Japon bahçeleri ve ağaç evleri hakkında bir kitap bulmuştum. Baktığında huzur veren yapıları vardı gördüğüm evlerin. Daha sonra o kitabı defalarca ödünç aldım. Şimdi çiftliğimdeki köknar ağaçları da bana onu hatırlatıyor. Onlara bakınca da huzur buluyorum.

Sizin için bu tarz yerler hep çok önemli olmuştur. Kitaplarınızda olayların geçtiği yerleri özenle betimlersiniz, özellikle Oslo'nun sokaklarına çok fazla yer veriyorsunuz.

Bir gün bir çevirmenim "Karakterlerine daha az araba kullandıramaz mısın? Sürekli 'Şu sokaktan sağa döndü, bu sokaktan sola döndü' yazarken zorlanıyorum" demişti. Ama benim için o anlar çok önemli. Arabanın dışında olan şeylerin karakterin aklından geçenlerle bağlantısı olduğunu düşünürüm. O yüzden sokaklara çok yer veriyorum.

Ama bunu çok sade bir şekilde yapıyorsunuz. Betimleme yaparken metaforlardan uzak durmayı neden seçiyorsunuz?

Metafor olarak kullandığınız şey, bahsettiğiniz konunun önüne geçebiliyor. Yazmaya başladığımda kendime "Metafor kullanma, çünkü nasıl kullanacağını bilmiyorsun" demiştim. Çok süslü olmaktan kaçınıyorum o yüzden. Deyimler için de aynı şey geçerli. Norveççe bir deyimi sen anlayamazsın, ben de Türkçe bir deyimi anlayamam. Ama yazarken üzerinde çok fazla düşünmediğim için bazen deyimleri kullandığım oluyor. Çok gençken Hemingway'in ilk dönem hikâyelerini okumuştum. Çok basit hikâyelerdi ama "Bu kadar basit ve kısa şeylerden nasıl bu kadar etkilenebilirim?" diye şaşırmıştım. Tam kavrayamadığım büyülü bir yanı vardı. "Ben de böyle yazmak istiyorum" demiştim.

Bütün röportajlarınızda konuyu Hemingway'e getiriyorsunuz.

Aslında artık o kadar da sevdiğim bir yazar değil ve tekrar okumakta çok zorlanıyorum. Ama benim jenerasyonumda yazar olmak isteyen bir gençseniz ya Hemingway ya da Knut Hamsun okurdunuz.

"Yazmaya başladığımda kendime 'Metafor kullanma, çünkü nasıl kullanacağını bilmiyorsun' demiştim."

"Yazmaya başladığımda kendime 'Metafor kullanma, çünkü nasıl kullanacağını bilmiyorsun' demiştim."

Ailenizden gelen bir alışkanlık mıydı bu yazarları okumak?

Annem sürekli kitap okurdu ama hiç kitabı yoktu. Kütüphaneden ödünç almayı tercih ederdi. Babam da çok fazla kitap okurdu ama genelde ucuz roman tarzında kötü kitapları alırdı. İçinde çok daha iyi kitapların olduğu kapaklı bir kitaplığı vardı. Ailede kimse o kitaplara dokunmazdı. Ben 13-14 yaşıma gelinceye kadar… O kitaplıkta beş ciltten oluşan Savaş ve Barış setini görmüştüm. Üçüncü cildini aldım ve baştan sona okudum. Sıkıcı gelmişti ama okuyabiliyordum. Sonra baştan başlayarak okudum. Babamın İkinci Dünya Savaşı öncesinde aldığı ama hiç dokunmadığı kitapları okumaya böyle başladım.

İlk iki kitabınız yayımlandığında onlar da hâlâ hayattalardı ama kitaplarınızı okumadıklarını söylemiştiniz. Sizce bir nedeni var mı bunun?

Evet, okumadılar. 1983'te bir kardeşim öldü. 1990'da da diğer kardeşim öldü, annem ve babam da onunla birlikte Scandinavian Star feribot yangınında öldü. Biliyorsun olayı. Onların ölümünden önce iki kitabım vardı. Henüz Türkçeye çevrilmedi o kitaplar, Ashes in My Mouth, Sand in My Shoes ve Echoland. İlk kitabım çıktığında çok iyi yorumlar aldı. Ailemin okuduğu ve hatta abone olduğu gazetelerde yazılar dahi yazıldı ilk kitabım hakkında. Görmemelerine imkân yoktu. Onlar kitaplarım hakkında bir şey demeyince ben de "Kitabımı okudunuz mu?" diye soramadım.

İkinci kitabım çıktı. Yine hiçbir şey söylemediler. Onlarla yaşamıyordum artık tabii, çocuklarım ve kendi ailem vardı. Ama pazar günleri onlarla yemek yemeye giderdim. İkinci kitabımın ardından bir dergi benimle röportaj yaptı ve bir fotoğrafımı dergiye koydular. Yine bir pazar günü onları ziyarete gittiğimde o fotoğrafın olduğu dergi sayfasını gördüm. Çerçevelenip duvara asılmıştı. Buna rağmen kimse bir şey demedi. Ben de soramadım. O iki kitap aileme çok yakın, özellikle de karakterler. Kitaplardaki hiçbir şey ailemin başına gelmedi tabii.

Kitaplarınızın çoğu sizin de geçmişinizden bir şeyler barındırıyor ama sizin başınıza gelen olaylar değil. Birçok kitabınızda kullandığınız Arvid Jansen karakteri bu benzerlikleri en çok gösteren karakteriniz. Onunla aranızda ne gibi farklılıklar var?

Evet, Arvid Jansen ben olabilirdim. Farklı insanlarız ama paylaştığımız şeyler var. Kendimi onun yerine koysam gerçekleri nasıl yazabilirdim ki? Hayatımda dramatik anlar var ama onlar üzerinden roman yazamazdım. O zaman otobiyografi yazmış olurdum ve daha keskin sınırlar içerisinde kalmam gerekirdi. Arvid Jansen benden daha güçlü bir karakter. O da benim gibi boşanmış biri, onun da kızları var. Fakat kitaplarda bir süreklilik yok. Ardından kitabımda iki kız çocuğu var Arvid'in, _Benim Durumumdaki Erkekle_r'de ise üç kızı… Kitabın neye ihtiyacı varsa öyle yazmaya çalışıyorum. Benim Durumumdaki Erkekler'de en büyük kızın önemli bir karakter olacağını biliyordum. O zaman diğer kız yalnız kalacaktı. Ben de ona üçüncü bir kız kardeş daha yazdım. Kitabın buna ihtiyacı vardı.

Sizin kendi kızlarınızla ilişkiniz de Arvid'den farklı mı?

Evet, ben kızlarımla daha iyi anlaşıyorum. İkisi de Oslo'da, babamın büyüdüğü mahallede yaşıyor. Çok daha farklı yerler tabii artık. Bütün mavi yakalı mahalleleri gibi orası da kimlik değiştirdi. Daha önce oralarda yaşayanlar artık farklı yerlere taşınmak zorunda kalıyor. Dünyanın her yerinde olduğu gibi. Bu çok uzun süre önce de olmadı aslında. Son yirmi yılda her şey bir anda değişti.

Karakterleriniz hep geçmişle yüzleşme halinde. Arvid Jansen'in farklı kitaplarınızda ya da At Çalmaya Gidiyoruz'da Trond'da olduğu gibi. Geçmiş hakkında konuşuyorlar ya da geçmişin izlerini bugün yaşıyorlar. Siz de günlük hayatınızda geçmişinizi bu kadar düşünüyor musunuz?

Her zaman değil. Abim 73 yaşında, yazık ona. (Gülüyor.) Arada sırada konuşuyoruz. Bazı şeylerin üzerinden çok zaman geçtiğinde artık eskisi kadar acıtmıyor. 25 yaşında, 15 yaşındayken yaşadığınız acı bir olay hakkında konuşmak zordur. 50 yaşına gelince daha kolay olabiliyor konuşmak. "Beni çok üzmüştü" deseniz bile bunu derken artık üzülmüyorsunuz. Çok yakın bir arkadaşım var. Her şeyi konuşurum onunla. Eski hatalar, kötü olaylar… Geçmiş hakkında her detayı konuşuyoruz. Artık acıtmıyor o anılar.

15 yaşınızdan önce başınıza gelenler, hayatınızın kalanının nasıl olacağına büyük ölçüde yön verir. Daha sonra çevrenizi, düşünce yapınızı değiştirmeye çalışabilirsiniz ama hayatınızı tam anlamıyla değiştiremezsiniz. Daha önce olanlar bir şekilde önünüze çıkar.

Türkiye'de geçtiğimiz günlerde yayınlanan kitabınız Sibirya Hayali de annenizin geçmişiyle bağlantılı.

Belki biraz.

"15 yaşınızdan önce başınıza gelenler, hayatınızın kalanının nasıl olacağına büyük ölçüde yön verir"

"15 yaşınızdan önce başınıza gelenler, hayatınızın kalanının nasıl olacağına büyük ölçüde yön verir"

Ama anneniz yaşasa sevmeyeceğini söylüyorsunuz.

Yaşıyor olsa yazamazdım bile. Beni öldürürdü.

O kitap dışındaki romanlarınızda çok fazla kadın karakter de yok aslında.

Benim Durumumdaki Erkekler'deki kadın karakterleri yazarken bir şeyi fark ettim. O karakterleri yazmaktan keyif almıştım ama sanki kadınlar hakkında daha çok yazmaktan çekiniyordum. Reddediyorum'da önemli bir kadın karakterim var. Geçtiğimiz yıllarda da bir roman yazmaya başlamıştım. 17 yaşında genç bir kız kitabın anlatıcısıydı. Onu yazarken de çok keyif almıştım ama nedense durdum. Sonra da korona geldi. Çok izole hissettim kendimi ve bir günlük yazmaya başladım o roman yerine.

O günlük hakkında da konuşalım mı biraz?

Geçtiğimiz yılın başından temmuz ayına kadar onu yazdım. Neredeyse altı ay gibi kısa bir sürede 450 sayfadan fazla yazdım. Daha önce yazdığım en uzun kitap 300 sayfa civarındaydı ve yazmam dört yılımı almıştı. Fakat günlüğü yazmak çok yoğun bir deneyimdi. Daha uzun süre devam edemezdim. Yazmaya başladığımda başlık olarak "68 Yıl"ı seçmiştim, dünyada geçirdiğim süre yani. "69 yaşıma gelince bırakırım" demiştim. 18 Temmuz'da, doğum günümde, yazmayı bırakacaktım. Yayıncım bir süre sonra "Bu ara bir şeyler yazıyor musun Per?" diye sormaya başladı. "Evet, günlük yazıyorum. Bana ait" dedim. "Tamam tamam" cevabını verdi. İki ay sonra "Biraz okuyabilir miyim peki?" diye sordu. 300 sayfalık bir kısmı verdim. Bundan bir kitap çıkabileceğini söyledi. Tabii ki bunu söyleyeceğini tahmin ediyordum...

Geçtiğimiz yılın ekim ayında da kitap yayımlandı: Mitt Abruzzo (Çev: Benim Abruzzo'm). Kitapta İtalyan yazar Natalia Ginzburg hakkında çokça şey yazdım. Faşizm döneminde muhalif aileleri İtalya'nın fakir bölgelerine sürgün ederlerdi, Abruzzo gibi. Ginzburg ve ailesi de oraya sürgüne gönderilmişti. Gönderildikleri yerlerden çıkmaları yasaktı. Ben de korona döneminde sürgünde gibi hissettim kendimi. Evim de benim Abruzzo'm olmuştu. Daha önce hiçbir kitabım için okuyucularımdan ya da yazar arkadaşlarımdan bu kadar fazla geri dönüş aldığımı hatırlamıyorum.

Belki daha kişisel bir metin olduğu için insanlara daha yakın gelmiştir.

Evet, çok kişisel bir metin. Aslında az çok şu an konuştuğumuz şeyler hakkında. Kendim, politika, birkaç delilik…

Norveç dışında da yayımlanacak mı günlüğünüz?

Sanmıyorum. Yayıncılar cesaret edemez. Danimarka'da kitaplarımı yayımlayan yayınevinin sahibi "Romanların kadar çok satmayabilir" demişti.

Türkçede olmayan kitaplarınızın yayımlanması için senede bir defa Türkiye'deki yayıncınız Metis'e mail atıyordum. Bu kitap için de Metis'e bir mail atabilirim o zaman.

Merak etme, konuşurum ben yayıncımla. Ya da sen konuş istersen...

Bazı yazarlar 9.00-17.00 gibi kendi mesai saatlerinde yazar. Bazıları da farklı saatlerde… Sizin için durum nasıl?

Sabah erken saatlerde yazmayı seviyorum. Eğer bir kitabın sonuna yaklaştığımı hissediyorsam 24 saat bile yazabilirim. Ama henüz başlardaysam öğle saatlerinde artık tükenmiş oluyorum. Genelde günde bir sayfa yazıyorum, bazen yarım hatta. At Çalmaya Gidiyoruz'u üç yılda tamamlamıştım. En kolay ve en hızlı yazdığım romanımdı.

O kitabın ilk cümlelerini Ardından'da karakteriniz Arvid Jansen yazıyor. Ardından'ı okurken bunun At Çalmaya Gidiyoruz'a referans olduğunu sanmıştım ama tam tersiymiş, Ardından'ı daha önce yazdınız çünkü. Kitabınızın girişini kendinizden çaldınız aslında, belki bu da işinizi kolaylaştırmıştır.

Ardından'da Arvid Jansen yüzlerce sayfa yazıyor ama beğenmediği için onları çöpe atıyor. Sadece bir sayfayı tutuyor. Ben de onun seveceği bir şey yazmak zorundaydım. O yüzden o cümleleri yazdım. Sonra da durdum zira Arvid'in tuttuğu tek yer o kısımdı zaten. Daha sonra At Çalmaya Gidiyoruz'u yazmaya başladım. İlk bölümü yazdım. Ama bir eksiklik hissettim. Ardından'da Arvid'in yazdığı o paragraf aklıma geldi, kitabın başına onu koydum ve gerisi geldi.

Kitabın son bölümünün girişi için de benzer bir durum söz konusu. Son bölüme başlamaya korkuyordum çünkü doğru kararları vermem gerekiyordu. O yüzden tıkanmıştım. Bir gün bir rüya gördüm. Rüyamda cümleler vardı, İngilizce cümleler... Uyanıp kitaplığıma gittim hemen. Britanyalı yazar Jean Rhys'in bir kitabını buldum. O kitapta okumuştum o cümleleri. Ben de kitabın son bölümünün girişine bu cümleleri koydum: "Sanki bir perde inip bir zamanlar tanıdığım her şeyi örtmüştü…"

Arvid Jansen, Ardından'da Yaşar Kemal'i okuyor. Sizin Türk edebiyatıyla aranız nasıl?

İnce Memed'i en sevdiğim yirmi kitap arasında sayabilirim. 1970-80'lerde okumuştum. Yaşar Kemal'i bir defa İsveç'te görmüştüm. Çok etkileyici biriydi. Kitapları gibi görkemli. Aynı dönemde Nazım Hikmet'in de şiirlerini okudum. Onun da yazdıkları bana hitap ediyor kesinlikle. Ve tabii ki (Orhan) Pamuk. İstanbul'un Norveççe çevirisini çok beğenmemiştim ama İngilizcesini okuyunca çok etkilendim. Kara Kitap'ı okurken biraz kafam karışmıştı açıkçası ama harika bir kitap. Nobel'i kazanmasında da en çok katkısı olan kitap sanırım. İsveç'te Nobel Edebiyat Ödülü Jürisi'nin başkanının da bu tarz bir şey dediğini hatırlıyorum: "Kara Kitap'ı okudunuz mu? Okuduysanız ödülü neden verdiğimizi anlamışsınızdır."

At Çalmaya Gidiyoruz geçtiğimiz yıllarda sinemaya da uyarlandı. Film içinize sindi mi?

İzledin mi filmi?

Hayır, çünkü kitabın bendeki yeri çok ayrı. Karakterleri ve olayları filmle hatırlamak istemiyorum. İzlemeli miyim?

Günlüğümde ben de bu konuyu kendimle tartıştım. İki farklı tecrübe aslında kitap ve film. İnsanlar yazdığım karakterlerin nasıl göründüğünü bildiğimi düşünüyor. Hiçbir fikrim yok. Çok fazla tarif etmem karakterlerimi zaten. Böylece yazarken daha özgür olduğumu düşünürüm. Eğer ilk sayfada karakterin kısa saçlı olduğunu yazarsan kendini kısıtlamış olursun. Filmde karakterleri görüyorsun ama dediğim gibi, o farklı bir tecrübe.

Berlin Film Festivali'nde sinematografi kategorisinde Gümüş Ayı ödülü aldı. Çok hak edilmiş bir ödüldü bence. Ancak yaşlı Trond'u oynayan Stellan Skarsgard'ı gördüğümde karaktere hiç uymadığını düşündüm. Trond'u acınası bir karakter gibi gösteriyor ama Trond'un bir saygınlığı vardı. Evet, bazı sorunları vardı ama gururlu bir karakterdi. Diğer karakterler daha iyiydi. Lars'ı oynayan karakter ve çocuklardan biri başarılıydı. Neyse, filmi izleyebilirsin ama kitabı hatırlamaya devam et.

Filme danışmanlık vermediniz mi?

Çok geç dahil edildim filme. Bitmeye yakın bana gösterdiler ve onayımı almak istediler. Ben de beğendiğimi söyledim. Neden onların hevesini kırayım ki? Zaten bir şey söylemek için çok geçti. Belki "Trond'u o kadar acınası göstermeyin" diyebilirdim. Skarsgard o karakterin içinde değildi, o karakteri oynuyordu sadece.

Şu an üzerinde çalıştığınız bir kitap var mı?

Üç farklı kitap üzerinde çalışıyorum. Ama üçünde de çok fazla ilerlediğim söylenemez. Bir geçiş dönemindeyim. Günlüğü de o yüzden yazmıştım. Sonuçta bir yazarım ve bir şeyler yazmam lazım.

Arvid Jansen hakkında yazmaya devam edecek misiniz?

Umarım yazmam. Arvid hakkında o kadar çok yazdım ki kendimi tekrar etmemek çok zor. Bir ay sonra 70 yaşındayım. Biraz değişikliğin zamanı geldi. Bir şey değiştirmek istiyorsam da ölmeden bunu yapmam lazım. Sadece hangi yönde olacağını kestiremiyorum.

Reddediyorum'da karakterlerden biri Manchester United maçı izlerken Ole Gunnar Solskjaer için yapılan tezahüratları duyunca duygulanıyor. Futbolculuk günleriydi tabii o. Geçen sezon iyi tezahüratlar yapılmadı onun için maalesef.

Solskjaer orada oynarken ben de Manchester United'ı takip ediyordum. Ferguson bir hamle yapması gerektiğinde onu oyunu alırdı. Takımın başına geçtiğinde tekrar takip etmeye başladım. Bu sezon başında sürekli "Bu maçı kazansın da kovulmasın" diye umuyorduk. Ama öyle olmadı. Belki de Solskjaer'i tutabilirlerdi. Zaten o ayrıldıktan sonra da sezonu çok daha iyi yerlerde bitirmediler.

Socrates Dergi