socratesXreflect_alt

Bağımlılık ve Cefa Zevki

14 dk

Taraftarların takımlarına dair tutkuları, kimi zaman zararlı boyutlara ulaşsa da naif ve incelikli örnekler de yok değil.

67 yaşındaki Stuart Astill 10 yaşından beri, taraftarı olduğu Nottingham Forest’ın maçına gidermiş. Ama her maçına; iç sahada ve deplasmanda. 57 senedir kaçırdığı maç sayısı iki idi. 1969’da yeni fıtık ameliyatı geçirdiği ve hava çok kötü olduğu için deplasman yolculuğuna çıkamamış, bir arkadaşından rica etmiş, rezerv takımın maçını izlemişler. Kaza namazı kılar gibi! 1973’te de çok yakın bir arkadaşının nikâhı yüzünden stada gidememiş. Ondan sonra, 40 yıl boyunca tek bir müsabaka kaçırmamış. Derken, 2013 ilkbaharında iltihaplanan ayağından ameliyat olmuş Astill, hekimler kesinkes yerinden kalkmasını yasaklamışlar, zavallı adam Nottingham-Burnley maçını radyodan dinlemiş. Ertesi hafta, 2535. randevusuyla devam…

O yılın Kasım’ında İngiltere’de bir başka tutkun taraftarın ‘serisini’ bozdular. Wolverhampton Wanderers taraftarı Peter Abbott, 1976’dan beri tek bir iç saha maçı kaçırmamıştı -stada 530 kilometre uzakta oturmasına rağmen! Adamcağız, kızının nikâhından ötürü ilk defa maça gidemedi. Wandereres yönetimi bu elim hadiseyi haber almış, kulüp tarihinin en büyük golcüsü Steve Bull’u nikâha yollamış, sırf bu sadık taraftarı onurlandırma ve teselli niyetine.

Tutku: Bağımlılık

Astill ve Abbott uç örnekler ama ortalama futbol taraftarının takvimi ilke olarak böyledir. Futbol âleminde, Batı dillerinde artık deyimleşmiş bir laf var: “Cenazen maç gününe denk gelirse, maalesef orada olamam.” ‘İyi’ taraftar, gökten taş yağsa takımının maçına gider. Gitmenin yolunu arar.

Cenaze demişken, Boca Juniors, Hamburger SV ve Schalke 04’ün taraftar mezarlıkları var. Dünyanın dört bir yanında, yakılıp küllerinin takımının stadına savrulmasını vasiyet edenler var. Bağlılıklarını, aşklarını ebediyete intikal ettirmek için. Nedir bu? Tutku.

Taraftarın Batı dillerindeki karşılığı fan, bize bu izahı veriyor zaten. Fan, ‘fanatik’ten geliyor; cezbeye kapılmış, coşkulu, tutkulu, tutkun anlamında...

İlla bir takım taraftarı olmadan, ‘düz’ futbolseverlikle cezbeye kapılanları da unutmamalı. ‘Futbol taraftarları’ ya da futbol delileri, tutkunları… Groundhopper tayfası mesela; kendini mümkün olduğunca değişik statta maç izlemeye adayanlar, en sapa yerlerde en dandik liglere şahadet etmekten zevk alanlar. (13 Mart 2013’te Radikal’de “Stat hacıları” başlığı altında yazmıştım, internetten bulunabiliyor.)

Ya maç seyretmekten ölenlere ne demeli? 2014 Dünya Kupası sırasında Çin’de üç futbol delisi, televizyon başında saatlerce maç seyretmekten can verdi. En gençleri 25 yaşında; üç gün bilgisayar başında maç-özet-yorum kovalarken ‘aşırı uyku eksikliğinden’ son nefesini vermiş. 39 yaşındaki bir adam, uykusuz üçüncü gecesinde kalp krizi geçirerek gitmiş.

Bir de eski futbolcu, yine iki-üç gün boyunca canlı-banttan maçlara bakakalmışken, kalp krizinden. Saat farkından ötürü yayın saatleri 00.00, 03.00 ve 06.00 olunca, biyoritmin feleği şaşıyor tabii. Çin’de, 2006 ve 2010 Dünya Kupaları sırasında hastanelere gelen halsizlik ve aşırı yorgunluk vakalarında da patlama olmuş.

Nedir bu? Tutku.

‘Tutku’ kelimesinin Türkçedeki etimolojik kökeni, bize gerekli uyarıyı yapıyor. ‘Tutsak’la kökteştir. Sözlüklerde eşanlamlısı, ‘ihtiras’ ve ‘saplantı’ diye verilir. Saplantı ve bağımlılık. Kırk yıl, her hafta sonu, iki eli kanda olsa maça giden adama bağımlı-saplantılı demez misiniz?

Tutku: Acı

‘Tutku’nun Batı dillerindeki karşılıkları da ikaz edicidir. Anglosakson ve Latin dillerinde: ‘Passion’. Latince ‘passionem’den geliyor; ‘acı çekmek’, ‘cefa’ anlamında. Almancada da ‘tutku’nun karşılığı ‘leidenschaft’ın kelime kökü ‘Leid’; yani ‘acı’.

Şu bizim tutkun ihtiyarların takımlarını düşününce, bir ışık yanıyor zaten. Tuttukları, tutuldukları, tutkunu oldukları takımlar: Nottingham Forest, Wolverhampton Wanderers.

İkisinin de parlak zamanları çok gerilerde kalmış. Yıllardır ikinci basamak seviyesinde iddiasız takılıyorlar (Nottingham’ın bu sene play-off şansı olabilir) –çok eski değil, daha aşağısını da görmüşlerdi. Bir başarı vaadi yok yani ortada. Ama Astill’in ve Abbott gibilerin umurunda değil, onlar takımları dokuzuncu kümeye de düşse orada olurlar.

Zaten sanırım, tutkunun tam karşılığını verenler, yani aşkın yanı sıra bağımlılık ve cefa zevki içeren bir cezbeyi en saf haliyle temsil edenler, ‘büyükler’ dışındaki takımların taraftarlarıdır. Kısa ve orta vadede, -muhtemelen uzun vadede de- bir başarı görme ümidi taşımayan, nefsini arada bir sürpriz galibiyetle körelten, kimileyin kendi uzamaz kısalmaz haliyle dalga geçerek neşesini bulan melankolik taraftarlar… Loser-taraftarlık da diyorlar (Kaybedenler Kulübü!) Dünya üzerinde en sevdiğim futbol ediplerinden Christoph Biermann, “Kendi başarısızlığına âşık olmak” diye tanımlıyor bu tutkunluk çeşidini. Onlarınkisi; karşılıksız, ödülsüz, kendi yağında kavrulan saf tutkudur. Cefa zevki, işte (Yıllar önce, “Bu insanlar bu dandik takımları niye tutarlar?” başlığı altında yazmıştım bu bahsi, İletişim’den çıkan Kârhanede Romantizm kitabımda yer almıştı.)

Bu melankolik tutku, belki daha doğrusu melankoli tutkusu, son zamanlarda futbol edebiyatında biraz moda da oldu doğrusu. Yine Christoph Biermann, “Başarısızlığı bir sanat eserine, sanat türüne dönüştürmek” diyor buna. Taraftarların kendi ödülsüz tutkularını böyle yaşaması tatlı da bunun ‘satışını’ yapmak tatsız… Ücrada, gölgede kalmış, ‘sair’ bir takımın taraftarı olmanın, bir ‘gerçek tutku’ övüncüyle, romantik bir fiyakayla yaldızlanması -işte o tatsız.

‘Hesaplı' Tutku

Tutku, her zaman ve her cephesiyle o kadar ‘saf’, o kadar karşılıksız olmayabilir ama… İyi yanıyla, bir cemaat içinde olmanın ödülü vardır. Tutkunlar topluluğu, bir dost halkası oluşturur, birbirlerine iyi gelirler. Birçokları, belki takımından fazla tribün cemaatinin tutkunudur, o ilişki ağının, o muhabbetin bağımlısıdır.

Kötü yanında ise ‘tutku suçları’ vardır: Çete dinamiği ve açıkça çıkar ilişkileri. Taraftarlık tutkusu üzerinden tayfa toplayıp güç oluşturanlar, bu gücü paraya, ihaleye tahvil edenler yok mu? Ajite edilerek “Senin için ölürüm-öldürürüm” marazına dönüşen tutkunun, gerçekten can yakar, hatta can alır hale geldiği olmuyor mu?

Elbette o kadar kötü sayılmaz ama derin bir anlamsızlık da olabilir o tutkunun arkasında. Hayattaki bir boşluğun telafisi olarak bir tutkuya abanırsınız; tutkudaki marazî hal, o boşluğun acısını da yansıtır.

Stattaki ve televizyon karşısındaki “Tutkunu yaşa!” seferberliği, tatlı bir eğlence, bir kafa dağıtma seansı olarak yaşanabilir. Bir süreliğine dellenip istim boşaltma hali ‘abardığında’, nahoşlaşabilir ama. Maç ortamının, bilhassa erkek milleti için ‘oğlan çocuğu’ evresine dönmenin (çıktılarsa tabii o evreden) meşrulaştırıldığı, hatta teşvik edildiği bir fırsat olduğunu biliyoruz. Tutkunluk cezbesinin, ‘içimdeki çocuk’ hakkında bir delile, bir doğallık ve samimiyet övüncüne dönüşebildiğini biliyoruz.

Tutkunun Karanlık Yüzü

Futbol taraftarlığının hakikaten ‘ontolojisini’ yapan Nick Hornby, Fever Pitch/Futbol Ateşi’nde (Türkçesi Bağış Erten çevirisiyle Sel’den çıktı, on sene önce) bu tutkunun karanlık yüzüne bakar. Onun tamamen Arsenal’e ayar edilmiş yaşam öyküsü, aynı zamanda bu tutkuyla baş etmenin, onu evcilleştirmenin öyküsüdür. Futbol tutkusunun ölçüyü ve sağduyuyu nasıl yiyip bitirebileceğini anlatır Hornby. Tutkunun cezbesi içinde insanın nasıl kendine bakamaz hale geldiğinden dem vurur.

Almanya’dan bir psikanalistin, Volker Tschuschke’nin, futbol tutkusunun psikodinamiği üzerine yazdıkları, uyarıcı olmalı. Aslında bildiğimiz, en azından sezdiğimiz şeyleri, ‘ilmen’ söylüyor Tschuschke. Futbol etrafındaki sosyalleşmenin, insanın hava-su gibi muhtaç olduğu cemaat ruhunu beslediğini saptıyor öncelikle. Futbol taraftarlarının bu ruhla yaşadığı tutkunun, dinsel ve adeta ‘arkaik’ bir karakteri olduğunu söylüyor. Psikanalizde ‘regresyon’ denilen bir geriye dönüşten söz ediyor: çocukluğa dönüş. Her türlü ‘erişkin’ kaygının ve kısıtlamanın ortadan kalkması... Dahası, insanlığın tarihsel derin hafızasına, düpedüz taş devri ruhiyatına dönüşten söz ediyor yazar. Ona göre, bütün ‘yüksek memelilerin’ bir top yuvarlandığında büyülenmiş gibi mecbur onu takip etmeleri bunun işareti! Tschuschke, bu ‘duygusal ilkelleşme’nin yıkıcı sonuçlar doğurabileceği uyarısını yapıyor. ‘Çocuksu tutku’nun, özellikle erkeklerde saldırganlık potansiyelini kuvveden fiile çıkarabildiğine dikkat çekerek… Bildiğimiz şeyler ama tekrar bilmekte yarar var.

Alman kadın yazar Constanze Kleis, 2006’da yayımladığı Top Hisleri – Futbol Nasıl Bize Erkeği Açıklar? adlı kitabında, erkek milletinin futbol tutkusuna iyimser yaklaşmayı denemişti. Kadınların böylece, partnerlerinin başka ve iyi bir yüzünü tanıyabilecekleri kanısındaydı. Bu tutku sayesinde en maço erkeğin bile ağlayabildiğini görmek, kılık kıyafet ve saç-başla ilgili bir estetik ilgi geliştirebildiğini fark etmek mümkündü. Takım tutkusunun erkeklerin sadakat tecrübesine katkıda bulunabileceğini düşünüyordu! Evet, fazla ‘anlayışlı’ bir bakış olabilir.

Bıkmak

Son zamanlarda futbolsever âleminde ‘tutkusunu kaybetmenin’ de moda olduğunu söyleyemez miyiz? Malum, izlenebilir maç sayısının enflasyonist boyutlara varması, ‘endüstriyel futbol’ tantanası, ilaveten bizim memleketteki türden rezillikler, birçok futbol delisinde bıkkınlığa yol açıyor. Dünyanın her yerinde örnekleri var; kimisi tutkusunu amatörlere, alt liglere, başka sporlara transfer ediyor, kimisinin tutkusu da sönüp gidiyor basbayağı. Hâlâ stada gidip gelse, televizyonda maçlara baksa bile, bunu artık gönlünün göz ucuyla yapar hale gelmiş çok insan tanıyorum.

Tutkuyla sevmek gibi, tutkuyla nefret etmek de vardır ya… Taraftar tutkusunda, bir ezelî rakipten tutkuyla nefret etmenin de payı vardır. Oysa nefret çirkindir, insana zarardır… Tutkuyla kızmak, tutkuyla öfke duymak diyelim biz ona. Futbolseverlerin, tutku kaynaklarının bir bölümünü de futbol ortamını ‘bozanlara’ duydukları kızgınlığa yatırmalarında ise pek tabii mahsur yoktur. Olmamalıdır.

Tanıl Bora

19. Sayı
Ekim 2016



Socrates Dergi