socratesXreflect_alt

Birkaç Fotoğrafın İzinde

16 dk

Herkesin aklında ve dilinde aynı muhabbet var. Arda Güler’in yıllar önce çekilen o fotoğrafları… Seneler önce sıradışı bir işe imza atarak Güler’in hikâyesini kaleme alan muhabir Musa Samur’la konuştuk.

Bu röportaj ilk olarak Socrates App’te yayımlanmıştır. Socrates dünyasından en yeni yazıları, özel röportajları, dosyaları takip etmek için Socrates App’i indirin, spor dünyası cebinize gelsin.

Hiç unutmuyorum. Dergideki ilk aylarımda bir röportajın ardından sevgili İlhan Özgen’in “Fotoğraf istedin mi?” sorusunu ve arkasından söylediği o cümleyi… “Bundan sonra Messi’yle röportaj yapacak olsan ondan bile fotoğraf iste!"

Ülkece sınıfta kaldığımız birçok konunun arasında bizim gündelik hayatlarımızı en çok ilgilendireni bu mesele. Bu topraklardan çıkan neredeyse hiçbir sporcunun doğru düzgün bir fotoğrafının olmaması. Müsabaka esnasında hırgürün arasında çekilmiş kareler, “Aslında bundan kapak olur” dendiğinde hemen arka tarafta yer alan sporcunun karede işgal ettiği yer… Sevgili İlhan Özgen’e o cümleyi kurduran da tam olarak buydu: “Messi’den bile iste…”

Bundan yaklaşık bir-iki hafta önce İlhan Özgen’e o mesajı attıran da tam olarak buydu: “Abi neden bu çocuğun bu kadar çok fotoğrafı var?” Hem bu röportajın kapaklarında hem de birazdan aşağıya indikçe karşınıza çıkmaya devam edecek o fotoğraflarda gördüğünüz üzere burada farklı bir durum sözkonusu. Musa Samur ile Halil Sağırkaya’nın 2018’de, Arda 13 yaşındayken imza attıkları o iş, geçmişin sadece geçmişte saklı kalmamasının da ana sebebi… -Kerim

Kerim’in sorusuna cevabım hazırdı. Hatta daha da ilginci henüz o fotoğraflarla ilgili bir sohbeti yeni bitirmiştim. Giray Kemer, 20 yıla yaklaşan dostluğumuzda yeni bir tartışma konusu daha ortaya atmıştı:

Arda Güler’in o fotoğraflarının internet âlemindeki seyahatinde kredi verilmemesine kızmıştı. Kendine has üslubuyla isyan ediyordu. Haklıydı da aslında. Duvar’ın haberi dışında Musa Samur ve Halil Sağırkaya’nın isimlerini görmemiştik bir yerde.

Kerim’e bu mevzudan bahsedip mesajıma noktayı koyduğumda yeni mesajı hazırdı: “Musa Abimiz ile bir röportaj yapıp, saygı duruşunda bulunmamız iyi olmaz mı abi?”

Dört günde dört farklı şehre ayak basacağım bir iş gezisinin arifesinde bir röportaj yapmak, deşifre etmek, kurgulamak pek tercih edeceğim bir macera değildi ama “Buna değer” dedim kendi kendime. Giray’ı aradım, durumu anlattım. Kısa süre sonra Musa Samur’a ulaştık ve randevumuzu aldık. Seyahat zincirimin ilk ayağı İzmir’de Zoom davetini gönderdik Musa Bey’e. Hem “İki buçukluğun” hikâyesini dinledik hem de meslek büyüğümüzden ufak mesleki tüyolar aldık. Kayıt akıyor… -İlhan

Bugün hâlâ 25-26 yaşında, kariyerinde en az altı-yedi seneyi geride bırakmış sporcularla konuştuğumuzda dahi röportajdan hemen sonra onlardan fotoğraf istemek zorunda kalıyoruz zira kimsenin doğru düzgün fotoğrafı bulunmuyor. Arda Güler’de ise istisnai bir durum sözkonusu. Bugün herkesin dilinde o soru var: "Arda'nın neden bu kadar çok fotoğrafı var?" Hakikaten Arda'nın neden bu kadar çok fotoğrafı var?

Arda sekiz yaşındayken Gençlerbirliği altyapısına girmişti. Her yıl binlerce çocuk giriyor tabii ama 12-13 yaşlarına geldiğinde Arda Turan’la beraber “Ya bizde de bir Arda var. Aşağılarda bir Arda var” durumu oldu. “Çok da konuşuluyor. Çok da iyi topçu olacak herhalde” denmişti.

Sonra foto muhabir arkadaşım Halil Sağırkaya geldi ve “Ben bir top toplayıcının bir gününü çekmek istiyorum. Bana yardımcı olur musun? Muhabirliğini yapar mısın?” dedi. Ben de “Seve seve” dedim ama Halil “Abi futbolcuyu ayarlaman, aileden izin alman lazım” demişti çünkü uzun çekimler olacaktı. Bir haftadan uzun. Hatırlıyorum da… Çocukla beraber, ailesiyle beraber, evden çıkışlar, antrenmana gidişler, geri dönüşler… Halil bunların hepsini fotoğrafladı. Bir hafta kadar çalıştı.

O arada da “Nasıl bir şey yapabiliriz. Nasıl daha güzel olur?” diye düşünüyorduk. Benim de aklıma hemen eskilerin tabiriyle ‘ikibuçukluk' geldi. Haberde de yazdım. Öyle derlerdi. Benim de ikibuçukluk yapmışlığım olmuştu. Biliyordum. Bir maç hikâyesi olduğu için de 'İki buçukluğun maç hikâyesi’ni yazdım.

Aslında bunları ailelere kabul ettirmek çok kolay olmuyor. Ailenin bakış açısı çok önemli. Sonuçta evine foto muhabiri girecek; çocuğunun odasında çalışacak, çalışacak, çalışacak... Sağ olsunlar; iyi karşıladılar, olumlu karşıladılar. Ortaya da böyle bir iş çıktı.

Ortaya "İlhan Cavcav altyapıdaki çocukların fotoğraflarını çektiriyormuş. Arda da onlardan biriymiş" diye bir şey atılmış. İlhan Cavcav’la çok uzun süre çalıştım. Yaptıklarını, projelerini az çok biliyorum ama dedikleri gibi ta çocukluktan başlayıp, hepsini fotoğraflayıp “Bunlar ileride bir şey olabilir” diye düşünme gibi bir durum yok.

Özgür İleri vardı. Göztepe de yaptı sonra. Onun hakkında konuşulurken “Bu çocuk sarışın, renkli gözlü. İstanbul’a göndeririz kesin” esprisini hatırlıyorum. Böyle şeylere şakasına da olsa bakıyordu ama “Fotoğraflayarak pazar yaratalım, piyasaya sunalım” kesinlikle değil.

"Arda’dan önce babasıyla konuşulması gerekiyordu. Anlayabilmek, kendini iyi anlatabilmek önemli."

"Arda’dan önce babasıyla konuşulması gerekiyordu. Anlayabilmek, kendini iyi anlatabilmek önemli."

Doksanlardaki şöhretinden geliyor herhalde?

Gençlerbirlikliyim. Futbol da oynadım. Gençlerbirliği altyapısının kapısından döndüm. O vakit babam "Top peşinde mi koşacaksın?" demişti.

Ben de Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun oldum. Sosyoloji, spor muhabirliği, sonra gazetecilik. Taraftar olarak tribünden, ardından da gazeteci olarak basın tribününden takip ettim Gençlerbirliği’ni. Sonrasında İlhan Başkan’la çok yakınlaştık. Biraz ciddi biraz da mesafeli. Baba-oğul gibi denilebilir.

Peki bir sosyolog gözüyle o fotoğrafların öncesini ve sonrasını nasıl değerlendirirsiniz? O duyguyu yakalamak, fotoğrafın içine girmek, aileyi işin içine dahil etmek… Disiplininizin bunda etkisi oluyordur muhakkak.

Sosyoloji okumam sanırım avantajıma oldu. İlhan Başkan’la da oldu; kurduğum başka mesleki ilişkilerde de… Arda’dan önce babasıyla konuşulması gerekiyordu. Anlayabilmek, kendini iyi anlatabilmek önemli. Bunu başarabilmiştim orada.

Muhabir başarılı sporcu bulduğunda önce onun hedeflerine odaklanır. Orada sporcunun hedeflerini yazıp geçsen kimse bir şey demez ama ben insanların hikâyelerini dinleyip o hikâyeler üzerinden haber yapmayı sevdim. Hep öyle oldu. Mesela Vedat Muriqi’le Yugoslavya dönemini konuşmayı tercih ettim. Annesinden bahsetti, savaş zamanı soğan-ekmek yediklerinden bahsetti. Savaşı konuşmuştuk.

Ben bugün satranç ligine gitmesem, "Bilgileri atar mısınız” desem üstüne bir şeyler yazabilirdim ama alana gidip birilerine değmeyi, onları dinlemeyi daha doğru buluyorum. Gönderilenler zaten yazılıyor. Muhabir arkadaşlar yazıyoruz. Kaynak sağlamsa yazılır, geçilir. Ama Arda Güler alanda var.

Sporcuların farklı özelliklerine değinmek, onlara dokunmak istediğinizden bahsettiniz. Arda’yla geçirdiğiniz süre içinde aileyle alakalı dikkatinizi en çok çeken şey ne oldu? “Bu çocuktan olur” dediğiniz bir an var mı?

Kulübe yakın olduğumdan ön bilgilerle gittim. Duyuyordum da “Aşağıda Arda diye bir çocuk var”, “Arda geliyor, yeni Arda” gibi şeyler konuşuluyordu. Yetiştirici kulüplerde (Bogdan) Stancu’yla değil de altyapıdaki İrfan Can’la (Kahveci), Arda’yla ilgilenince duyuyorsun böyle şeyleri.

Aileyle, daha doğrusu babayla o süreçte tanıştık. Dikkatimi çeken babanın çok inanıyor oluşuydu. Kararlıydı. İstanbul'da ev dahi tutmuştu. 13 yaşında bir çocuğun babası “Evi tuttuk biz. Götüreceğim.” diyorsa… Yetiştirme parası almaya bile çekinir insan. Adamın kendi çocuğu ve henüz 13 yaşında. O noktada kim, nasıl karışabilir? Arda böyle bir süreçte yetiştirme bedeli karşılığında Fenerbahçe'ye gitti.

Anladığım kadarıyla, babası Arda’nın futbolculuğuna geleceğine dair ciddi yatırım yapmış. Profesyonel bir yatırım yapmış ve umudu da varmış. Başardı da. Arda’dan çok baba başardı belki de… (Gülüyor.)

Bazı yetenekler ilk anda kendisini fazlasıyla belli ediyor. Ben de ilk izlediğimde “Bu ne ya cidden?” demiştim. Onu ilk gördüğünüzde, fark ettiğinizde ne düşünmüştünüz?

Cidden belli oluyor! Ben hasbelkader Moskova’da Dünya Kupası izledim. Messi’yi ilk gördüğümde de tüm takımın içinde fark edilebildiğini anlamıştım. Başka yürüyor, başka bakıyor. Keza Ronaldo da öyle. Herkesle aynı şeyi yapıyor ama aslında herkesle aynı şeyleri yapmıyor. Eli cebinde çimlere bakıyor ama diğerleri gibi değil.

Arda’da da öyle… Top ayağına geldiğinde görüyorsun. Yapacağını hesaplamış şekilde alıyor topu. Belki de tribünde yüzlerce kez maç izlemişimdir. Çocukları izledim, altyapıdaki çocuklarla hevesle ilgilendim. Gerçekten fark ediliyor bu çocuklar.

Fotoğraflar geldi, yazıya başlayacaksınız. “Vay be” dediğiniz bir fotoğraf oldu mu? Misal ben ailenin maç izlediği fotoğrafa bayılmıştım.

Ben topların içinde oturduğu fotoğrafı çok sevmiştim. Kumanyayı yerken, ekmeği ısırırken çekilen fotoğrafı da çok hoşuma gitmişti.

Alex fotoğrafı hoşuma gitmedi. Gençlerbirlikliyim sonuçta, sevmedim ama ev fotoğrafı sonuçta. Müdahale edemedim. Foto muhabiri seçiyor zaten. Bir şey demem, diyemem.

İki buçukluk bile bulmuşsunuz…

Bulmaz mıyım! O kadar güzel, o kadar heyecan vericiydi ki ikibuçukluğun hikâyesini yazmak… Nereden bileceksin Real Madrid’e gideceğini 13 yaşındaki çocuğun? Ama o kadar heyecanlıydı ki yazmak... İkibuçukluğun ne olduğunu anlatıyorsun, yazacağını böyle bir fotoğraf çalışmasıyla yazıyorsun. Buldum tabii, bulmaz mıyım? Yine olsun yine bulurum.

Ben biraz eski severim. Hiç profesyonel değilim o konularda. Misal İstanbul’a geldiğimde de bir dostumun antikacısında olurum hep. Bebek Antika… 20 yıllık dostumun. Parkta çay ve tost, antikacıda sohbet, sonra ev...

"Buldum tabii, bulmaz mıyım? Yine olsun yine bulurum."

"Buldum tabii, bulmaz mıyım? Yine olsun yine bulurum."

Peki 2018’de Arda 13 yaşındayken bu röportajı yaptığınızda ne kadar konuşulmuştu?

Çok az konuşulmuştu. Hatta belki de hiç konuşulmamıştı. Ben bir taraftan keyif yaşıyordum, “Ya bu ikibuçukluk güzel oldu. Ne güzel bulduk, iyi de kotardık” diyordum. Yoksa Gençlerbirliği Spor Kulübü sayfasında kullanmış, üç-beş de alıcısı olmuştu. Ajans aboneleri de direkt kullanabiliyordu tabii ama çok görülmemişti. Gazetelerin anasayfalarına çıktığını zannetmiyorum. Belki Hürriyet ve Milliyet’in Ankara ekleri kullanmıştır.

Bu durumda da bir süre sonra “İnsanlara nasıl daha çok ulaşırım”dan “Kendimi nasıl daha mutlu ederim? Nasıl daha fazla gurur duyarım?”a dönüyor işler, değil mi?

O kadar güzel bir yerden yakaladın ki. Bende tam öyle oluyor. Biliyorsunuz, ajansta habere isim yazmak bile çok eski bir şey değil. Yeni yeni yazıyoruz isimlerimizi. Şöyle bakıyorum: Sinan Şamil Sam “Profesyonel boks kiralık katilliktir” demişti bana ama ismim olmadan çok kullanıldı o röportaj.

Buna varım aslında ben. Tamam, Anadolu Ajansı kendi kısaltması olan AA'yı kullanıyor ama mesele şu: Ajans benim ismimi kullanırken alıcının, abonenin AA'yı ya da ismimi kullanmaması kötü. Ajans kullanıyor, sen niye kullanmıyorsun? Niye? "Haber ajansın haberi değil, bizim haberimiz" havası vermek için. Oluyor bunlar.

Dediğiniz şeyi ben birkaç sporcuda yaşadım. Mesela modern pentatloncu İlke'yi (Özyüksel) dokuz yaşından beri yazıyorum ve bence ülke sporu için çok önemli işler yapıyor İlke. Ben anlat anlat bitiremedim bu modern pentatloncu olmanın zorluğunu, bir modern pentatloncunun anne babası olmanın zorluğunu. Beş branşın beşine de taşıyorsun çocuğunu. Her branşın antrenmanı başka yerde. Birinde ıslanıyorsun, diğerinde çamura batıyorsun...

İlke ilk Rio'ya gitti, orada 35. oldu; sonra Tokyo’ya gitti, orada beşinci oldu. Bence inanılmaz bir derece bu olimpiyat beşinciliği. İlke’yle bir de olimpiyat madalyası yaşarsam çok mutlu olacağım ben.

Futbol takımlarıyla şampiyonluk yaşayan muhabirler nasıl keyif alıyor, bilmiyorum. Gençlerbirlikli olduğum için sadece ikinci ligde şampiyonluk yaşadım, ondan herhalde. (Gülüyor.) Ama ben bundan keyif alıyorum işte. Arda işinde de çok keyif almıştım. Vedat’taki geri dönüşler de çok güzeldi.

Vedat röportajını da ilk başta kimse görmemişti çünkü Gençlerbirliği’nin futbolcusuydu. Fener yaptı, sonra yurtdışına gitti. Onların milli takımı da o dönemde ön plana çıkmaya başlayınca o röportaja dönüldü.

Sinan Şamil’in ölüm yıldönümü geliyor, benim röportaja dönülüyor. Benim röportajlar biraz ona döndü. İnsanların başlarına bir şey geldiğinde benim röportaja dönülüyor, “Aaa bu ajansa konuşmuş” deniliyor.

"Sinan Şamil Sam 'Profesyonel boks kiralık katilliktir' demişti bana ama ismim olmadan çok kullanıldı o röportaj."

"Sinan Şamil Sam 'Profesyonel boks kiralık katilliktir' demişti bana ama ismim olmadan çok kullanıldı o röportaj."

Aslında spor basınında bir ekolü devam ettiriyorsunuz. Foto muhabiri çekimleri, haberin hikâyesini anlatma… Bu yavaş yavaş da ölüyor gibi…

Satrancın tek derdi izlenemiyor olmak, biliyor musunuz? Kimse oturup da yedi saat satranç izlemez ki... Ama diğer yandan güreşin de izlenmediği için olimpiyatın dışında kalabileceği tartışılıyor. İzlenebilir olmak, çok takipçili olmak bu kadar önemliyken; hızlı olan çok izleniyorken hele de… Ben şimdi tutup Arda’nın Real Madrid’e transferini Twitter’dan duyursam inanılmaz bir takipçi çekebilirdim. Ama yaptığım iş o değil. Eğer ajans muhabiri olmasaydım bu kamu hizmetini yapamazdım.

“Modern pentatloncu İlke Özyüksel’i takip etmeye gidiyorum” diye kaç patrona söyleyebilirsiniz? “Modern pentatlon ne?” diyen bile çıkar. Kamu hizmeti yaptığım için o gözle bakılıyor. Ben de bu avantajı kullandım.

Evet, bu da çok azaldı. Üzülüyorum da. Ajansa bir genç gelip de “Ben spor muhabiri olmak istiyorum” demiyor. İstediğiniz maçı izleyebileceksiniz, birkaç dil biliyorsanız bambaşka bir noktaya gelebilirsiniz ama kimse istemiyor. Üniversitelerde derslere katılıyorum; orada da görüyorum, aşağı yukarı herkes sporla ilgili ama kimse de “Ben spor muhabiri olarak yetişmek istiyorum” demiyor. Tamam, kolay iş değil. Herkesin istirahat ettiği pazar gününde sen çalışıyorsun. Gece yarılarına kadar süren spor organizasyonları, toplantılar, beklemeler... Belki sebebi budur ama vadettikleri o kadar fazla ki…

Bizim gitmemizi bekliyorlar herhalde. (Gülüyor.) Bildiklerim, anlatacaklarım var… “Herkes bir noktaya bakarken, odaklanmışken, sen arkada olan bitene bak” demezsem o çocuk yetişemeyecek.

Yetiştirme ve geliştirme genel sorunlarımızdan. Her alanda var…

Bana göre, Rıza Kayaalp ile Taha Akgül ABD’li olsa pop yıldızı gibi olurlardı. Hele ki orada güreşin milli spor gibi görüldüğü eyaletlerde. Bu iki sporcuya oralarda ‘taparlar’ tabiri caizse. Türkiye’de de güreş çok önemli. Evet, çok da seviliyor Taha ve Rıza. Ulaşabilecekleri en tepe uç seviyelere ulaştı bu sporcular.

İkisiyle de röportajlar yaptım zamanında. Rıza’nın mandalina sevdiğini öğrendim. Bir keresinde Tiflis sokaklarında mandalina aramıştım hatta. Buldum getirdim, Rıza’nın önüne koydum. “Ben bunu çekeceğim, haber yapacağım” dedim, “Tamam, abi” dedi. Ve bir kasa mandalinayı yedi, daha da çok yiyormuş zaten.

Taha’yla konuşurken aslında Türkçe öğretmenliği bölümünü kazandığını ama bunu bir şekilde okulla birlikte götüremediğini ve bütün sporcular gibi Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu’na geçmek zorunda kaldığını öğrendim. Taha’nın Türkçe öğretmenliği mevzusunun öne çıkması gerektiğini düşündüm. Başka bir muhabir “Ellinci madalyanı mı alacaksın?” diye sorabilir. Ben de soruyorum ama haberde başka yere koyuyorum. Benim için Taha'nın Türkçe öğretmenliğinden dönmesi öne çıkarılması gereken şey. Hep böyle yapmaya çalışıyorum.

Ama ABD'de olabilecekleri gibi pop yıldız seviyesinde değiller…

Branşında dünyanın en iyileri olan iki sporcumuz Rıza ve Taha ama şu saatten sonra psikologla gerçekten konuşmaları imkânsız. Federasyonun psikolog getirmesi, orada psikolog olması… Mesele bu değil. Mesele, Taha’nın ya da Rıza’nın çok çok erken dönemde bir psikologla bu ilişkiyi kurması. Sen onların “Şimdi anlatırsam yarın magazin olurum. Anlatırım da bu kime anlatır yarın öbür gün?” korkusunu yaşamayacağı bir ilişki kurmasına ortam sağlamalıydın. Dünyanın zirvesinde iki sporcu ama her şeyleri antrenör, eşi, dostu, gazeteci… O zorlu süreci bu konuda profesyonel olmayan insanlarla aşmaya çalışıyorlar. Burayı amatör geçiyoruz.

"'Modern pentatloncu İlke Özyüksel’i takip etmeye gidiyorum' diye kaç patrona söyleyebilirsiniz?"

"'Modern pentatloncu İlke Özyüksel’i takip etmeye gidiyorum' diye kaç patrona söyleyebilirsiniz?"

Mandalina çekimini anlatınca… O da ilginç bir şey aslında. Bu kadar zirvede bir sporcuya her dediğinizi yaptırmak da ilginç bir ego aslında işin özünde.

Evet, evet. Biraz şöyle de oluyor. Aslında onlar için de bizden başkası yok. İstanbul medyasına bakıyorlar. Bir-iki törende çok acayipler, herkes bunların yanında; büyük adamlar, ünlüler yanlarında ama… Önemli olan İstanbul’un Ankara’ya dönüşünü sevmek. O şatafatlı dünyadan döndüklerinde ertesi gün ben arıyorum onları. Telefon ediyorum “Şöyle bir şey olmuş, haber yapsak mı?” diyorum. Bir süre sonra güvendiği insan hatta belki de dost oluyorum. O dediğiniz ego buradan geliyor. Televizyonda izlerken korktuğum adam kemiklerimi kırarcasına bana sarılıp şaka yapabiliyor. O noktaya geliyorsunuz.

Gazetecilik yaptığınız dönemden değil de taraftar olduğunuz, tribünde olduğunuz dönemlerden “Şununla keşke bir röportaj yapsaydım, farklı bir taraftan yazabilirdim” dediğiniz isim var mı?

Tarık’ı (Daşgün) yazmak isterdim. İnanılmaz bir transfer hikâyesiydi o. Onu yazmak isterdim.

Küresel futbolun Türkiye’ye yansımasının ilk hayal kırıklığı örneği olabilir. Televizyonlar ve gazete dört bir yandan adamı parlatıyor. Anneanneye, babaanneye kadar herkesi tanıyoruz ama bir hayal kırıklığı çıkıyor ortaya.

Kaçırılma var bir de. O takım kaçırıyor, bu takım kaçırıyor. Ama tam bir İlhan Cavcav işi. Pazarlama stratejisi inanılmaz. Belki de Cavcav’ın hem tüccar hem de spor insanı olduğunun en büyük kanıtıdır.

Herhalde İlhan Cavcav’ın hayatımıza büyüklere oyuncu veren başkan olarak girmesinin ilk adımıdır o.

Hafızalarda kalan ilk o. Yoksa İlhan Cavcav çok ilginç bir karakterdi. Benden de istiyorlar, bekliyorlar Cavcav’ı yazmamı. Ben başka görüyorum. Bildiğini yazmadıkça gazeteci oluyorsun.

Bir keresinde Aziz Yıldırım’la kapışmışlardı. Anadolu’dan Aziz Yıldırım’la biri kapışacaksa bu ancak İlhan Cavcav olurdu zaten. Bu sadece onun yapabileceği bir şeydi. Yapıyordu da. Aziz Yıldırım’a “Cürmü kadar yer yakar” demişti. Ben de yeni yeni İlhan Başkan’ın gözüne giriyorum o zamanlar. Yeni yeni özel açıklamalar alıyorum. Büyük Başkan belgeselinin gösterimindeydik. Sinema salonunda yanına yaklaştım, yanında Nazan Anne (Cavcav) de var. “Bazı şeyler mezara gidecek" demişti. "Mezara gitmesin” dedim. Mezara gideni almak inanılmaz olabilirdi orada. "Ajans" derdi bana, “Ajans, mezara gidecek benimle” dedi. “Başkan…” dedim ama kafasını iki yana salladı. Yazmayı, bilmeyi, saklamayı isterdim. Ama sağ olsun, mesleki anlamda bendeki emeği büyüktür.

Orada bir fenomen var karşınızda ve siz de alanda söz sahibi olmak istiyorsunuz. Söz sahibi olmak dediğim, bir alanınız olsun istiyorsunuz. O da öyle bir figür ki gerçekten size çok alan açabilir. Ama çok da bıçak sırtı, yok da edebilir. Bir şey söylediğinde -ki söylediği de oluyordu- mesleki anlamda bitebilirsiniz. Ama İlhan Cavcav, söyleyeceklerini sana söylemeyi tercih ederse, senin yazmana ahlakına güvenirse…

Herhalde Ankara’yı o boyalı basına sokan çok az figürden biriydi İlhan Cavcav. O tekrarlanan hecenin memleketin her yerinde bir tınısı var. Cavcav dendiği zaman muhtemelen Hakkari’deki insanın da aklına Gençlerbirliği ve İlhan Cavcav geliyor. Seviyorlar da. Artvin’de Şavşat’ın dağındaki bir köyde de birine dediğiniz zaman o da böyle hissediyor. O yüzden Cavcav yazmak benim için çok önemliydi.

"Orada bir fenomen var karşınızda ve siz de alanda söz sahibi olmak istiyorsunuz."

"Orada bir fenomen var karşınızda ve siz de alanda söz sahibi olmak istiyorsunuz."

O son an mesleki anlamda çok önemliydi benim için çünkü çok ağır bir andı. Gidiyor ve farkındasınız. Başkanınız, yakınsınız ama kamera açık. Bir yandan işinizi yapıyorsunuz. “Biraz susayım, belki kendine gelir” diyorsunuz. O gün sabahtan çok güzel giydirmişler, süslemişler, o eski adamlar gibi yakasına mendilini takmışlar, kravatını bağlamışlardı. Nefis bir takım elbise vardı üzerinde ama çok kötüydü. Arkadaşlar, şunu yapamıyorsunuz; “Uyan” diyemiyorsunuz. Çok ağırdı o an.

Kendine geldikten sonra arabasına götürülürken “Akşam maç var mı?” dedi. Eve gidecek, maç izleyecek kafasında ama oradan eve gitti, sonra da yoğun bakıma alındı. Sabaha doğru da kaybettiğimiz duyuruldu. Mesleki olarak da kendisine yakınlığım açısından da çok dramatikti.

Benim naçizane iş tecrübemde tanıklık ettiğim ve şoka girdiğim bir durum vardır: Bazı futbol insanları vardır, gözlerini ekrandan ya da sahadan ayırmadan belki de bin maç üst üste izleyebilen insanlar. İlhan Cavcav’ın da onlardan biri olduğu söylenir. Tanıklık ettiğiniz bir olay var mı?

Biliyorsunuz, çok etkileyici bir fotoğrafı vardır. Kar kış ama battaniyelere sarınmış vaziyette 19 Mayıs Stadı'nın protokol tribününde maç izlerken... Cebeci Stadyumu vardı burada. Çok bakımsız, eski, bırakılmış, ilginç de dalgalı bir mimari tribün yapısı vardı. Soğuk da olurdu. Orada Hacettepe’nin maçını izlemeye gelirdi kış ayında. Bizim çalıştığımız, direğin sağından solundan sahayı görebildiğimiz bir basın odamız vardı. O da orada otururdu, simit ve kaşarı gelirdi… Bizden tek farkı vardı; onun simidini bıçakla kesmiş olurlardı ve üzerine kürdan batırılırdı kolay yesin diye. Arada da “Bunun tadı da hiçbir şeyde yok” deyip maçı seyrederdi. Eminim ki oradan çıkıp eve gittiğinde maç varsa yine maç izlerdi. Bu temposunu da hiç kaybetmedi.

Bir de bu insanlar herkesi kendileri gibi düşünür. Spor muhabiriyim. Hayatım boyunca pazar günü izin yapmadım. Pazartesi izin yapabiliyorum. İlhan Cavcav ise bir işinsanı ve onun hayatı da pazartesi başlıyor. Pazartesi günü Mercedes’ine bindiğinde arka koltukta gazeteleri olurdu. İşe gidene kadar onları karıştırırdı. Sıra ajansı aramaya geldiğinde saat 08.00-08.30 oluyordu. Her pazartesi o saatlerde telefonum çalar:

— Başkanım?

— Ajans. Gazetede şu şu var, bu böyle demiş…

“Başkanım bir kendime geleyim, arayayım sizi” de diyemiyorsun tabii.

Size göre sahada duruşu, hikâye potansiyeli, icra edilişiyle yazıya, edebiyata en uygun spor dalı hangisi?

Eskrim galiba. Macar edebiyatı da okurum. Alain Delon’un da eskrim yaptığını hatırlıyorum bir filminde mesela. Belki de buradan gelen bir cevaptır eskrim ama pistteki kılıç hareketleri ya da o postür, sanat ile eskrim arasında bir yakınlık kurmamı sağlıyor olabilir.

Allah uzun ömür versin. Metin Akpınar’la yaptığımız söyleşide güreş merakını anlatmış ve “Güreş aslında harika bir denge sporudur” demişti.

Dövüş sporları yapanlarla görüşün, güreşçiye elini kolunu kaptırmayı istemez hiçbiri. Ben Rıza’nın bir dünya şampiyonasında rakibini sadece iterek minder dışına çıkararal turlar atladığını final gördüğünü hatırlıyorum. Bir yarı final müsabakasında tek kolla 130 kiloluk bir adamı sırtından geçirip yere indirdiğini gördüm. Hem 130 kilo adamı itiyorsun hem de 130 kilosun ama iyi bir zamanlamayla küçülmen gerekiyor. O ânı bekliyor, geldiği an kolundan tutup yere indiriyor. Bunu, o dengeyi çözen başarabilir ancak.

Spor izleyicisinin, özellikle de futbol izleyicisinin oyundan artık zevk almaması da biraz bununla ilgili bence. Siz o güreş müsabakasını izlerken bu detaya, bu inanması güç duruma hayranlık duyup o ânın büyüsüne kapılıyorsunuz. Ama günümüz spor izleyicisi farklı detaylarda boğuluyor gibi. Mühim olan bu insanların, her insanın çıkamayacağı, atletik ya da yetenek seviyesinde olması ve bunun izlenebilirliği aslında…

Oğlumun ilk doğum günü kartını ressam bir arkadaşım yapmıştı. Ben de hepsinin üzerine tek tek “Oyun hiç bitmesin” yazmıştım. O doğum gününde insanlara bu kartı göndermiştik.

Bunu neden anlatıyorum... Ben minikler ve yıldızlar kategorisinde madalya ve isim yazdığımda hata ettiğimi biliyorum; “Bunu yazmamalıyız” diyorum, o çocukların çok küçük olduğunu söylüyorum. Pedagojik bir hata olabilir bu. Bu memleketteki sporun gelişmesi noktasında bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Daha o yaşta isimle madalya, ödül alındığında ve bu yazıldığında çocuğun psikolojisinde neler oluyor? Bunun takibinin yapılmadığını biliyoruz. İyi sonuç çıkmıyor buradan. Görüyoruz.

Spor dünyasını cebinize getirecek olan Socrates App yayında. Bu röportaj gibi birçok yazı, röportaj ve özel dosyayı Socrates App sayesinde okuyabilirsiniz. Damien Comolli, Annie Ernaux, Fatih Terim röportajları ve Eczacıbaşı'nın kazandığı ilk Avrupa şampiyonluğunun sözlü tarih dosyasının yanı sıra Wimbledon finallerinden Pele'nin ABD'deki ilk günlerine, Tour de France'tan milli voleybol takımlarımıza birçok yazı, röportaj ve özel dosya Socrates App'te sizleri bekliyor. iOS ve Android üzerinden indirmek ve bu yolculuğun parçası olmak bir tık uzağınızda.

Socrates Dergi