socratesXreflect_alt

Günlük

20 dk

Dünya Kupası, futbolun en köklü organizasyonu. Farklı jenerasyonlara farklı hikâyeler sunmuş olsa da duygu ortaktı: Heyecan. Heyecanla beklediğimiz Katar 2022 öncesinde 22 ayrı Socrates insanını, 22 ayrı Dünya Kupası ânına götürdük...

Bir Yaz Akşamı

2006 Dünya Kupası açılış maçında ev sahibi Almanya, Kosta Rika ile oynayacaktı. Babam ve kardeşimle günler öncesinden planı yapmış, maçı hep birlikte balkonda izleme kararı almıştık. O günden kalan iki resim var: İlki, babamın her yudumda maçtan biraz daha keyif aldığını düşündüğüm bol köpüklü birası. Diğeri, Philipp Lahm’ın altıncı dakikada topa vurduğu an. Lahm, ceza sahasının solundan kolayca içeri girdikten sonra kaleye güzel bir şut göndermişti. Top önce yan direğe çarpmış, sonra estetik bir şekilde filelerle buluşmuştu. Evet, bu kupanın ilk golüydü. Bizim ev için de unutulmaz bir keyif ânıydı. Zira üçümüz de günlerdir beklediğimiz maçın henüz altıncı dakikasında harika bir gol izleyerek unutulmaz bir deneyim yaşamıştık. Golden sonra babam birasından bir yudum daha almıştı. İzleyeceğimiz beş gol daha vardı... / Kaan Demirel

Beşik

İlk kupam ABD 94'tü. İlk turları hatırlamıyorum, muhtemelen izlemiş fakat organizasyonun önemini henüz idrak edememişimdir, kalmamış izi. Zihnimde canlanan en eski maç, Hollanda-Brezilya eşleşmesi. Bir Galatasaray maçında tanıdığım Romario ile Brezilya öne geçmiş, asıl timsal an ise kısa süre sonra yaşanmıştı. Tahmin edeceğiniz gibi Bebeto’nun golünden, golünden de öte sevincinden bahsediyorum. O gün, bu ânı 28 yıl sonra da aynı tazelikte hatırlayacağımın farkında değildim. Nasıl olabilirim ki, daha 28 yılın ne demek olduğunu bilmiyordum. Yıllar çok uzun, hayat sonsuzmuş gibi geliyordu. Değildi, fakat bazı anlar sonsuzluk mertebesine ulaşıyordu işte. Bebeto’nun yeni doğan çocuğunu elindeki hayali beşikte salladığı o âna milyonlarca insanla birlikte şahitlik ettim, yine onlarla birlikte sonraki nesillere aktarma görevini üstlendim. / Atahan Altınordu

Hep Sonradan

7 yaşımdan hayal meyal hatırladığım 2006 Dünya Kupası, pürüzsüz hatıralara gebe değildi benim için. Bir maç haricinde. Başrolde Zinedine Zidane var. Hayır, Fransa-İtalya finalinden, Zidane’ın Materazzi’ye attığı kafadan değil daha öncesinden bahsediyorum. Sonraları YouTube’da, bilinçli gözle tekrar tekrar izlediğim ve her seferinde hayran kaldığım Fransa-Brezilya çeyrek finalindeki Zinedine Zidane performansını unutmam mümkün değil. O maçta beş-altı gollük bir resital yoktu, ‘yıldızlar geçidi’ Brezilya da en iyi gününde değildi ancak Zidane, tek başına Fransa’yı desteklemem için bir sebepti. En azından çeyrek finalde. Aradan 16 yıl geçti, artık 7 yaşımda değilim. Yine de zaman zaman YouTube’u açıyor, “Zidane HUMILIATING Brazil” başlığını görüyor, büyüleniyorum. / Ruhat Akkuş

İki Yıl ve Elli Beş Dakika

Dünya Kupası benim için bekleyiş demek. Zira Euro 2008’i ilk büyük turnuvası olarak hatırlayan birçokları gibi ben de hemen bir sonraki büyük turnuva için takvime başvurmuştum. 2014 Brezilya’yı ve 2018 Rusya’yı da televizyon başında takip ettiğimden daha çok iştahlı gözlerle beklemeyi tercih ettim ama 2010 Güney Afrika özel hissettiriyordu. İlerleyen aylarda Türkiye’nin turnuvaya katılamayacağı gerçeğiyle yüzleşecektim ama ev sahibi ülkenin dünya atlası üzerindeki yerine bakmıştım bir kere. Devamında diğer Dünya Kupası şarkılarına asla şans vermeden en iyisi olduğuna karar verdiğim Waka Waka geldi. Bu uzun bekleyişin meyvesini ise Güney Afrika ile Meksika’yı karşı karşıya getiren açılış maçının 55. dakikasında aldım. Siphiwe Tshabalala’nın şutu ağlarla buluştuğunda bekleyiş sona ermiş, dans başlamıştı. / Kerim Kılıç

Tekel

Babamın sporla pek arası yoktur. Aksiyon filmleri her daim birkaç adım öndedir. 9 Temmuz 2006 ise bir istisnaydı. İstikrarlı bir şekilde Almanya 2006’nın tüm maçlarını ve Kanal 1’deki maç önü programlarını izlemiştim. Final günü de planım aynıydı. Ekran başına geçecektim ki babam seslendi: “Hadi iki bira al da finali beraber izleyelim.” Başlama düdüğüne bir saat vardı, tekel yaklaşık 15 dakika uzaktaydı ve bu, maç önü yorumlarını kaçırmam demekti. Bolca “Ya, baba!” barındıran itirazın ardından, babamın belki de ilk kez yükselen sesiyle ayakkabılarıma doğru yöneldim. Zidane’ın kafasından, Grosso’nun penaltısından daha net hatırladığım alışverişin ardından, somurtuk bir suratla izledim finali. Saçmalamıştım. Takip eden 10 yılımı yatılı okuyarak geçirirken o geceleri paylaşabileceğimiz fırsatlar da azaldı. Sen haklıydın baba. O gün Ümit Aktan’ı dinlemesem de olurdu. / Buğra Balaban

Ritüel

Dünya Kupası… İnternet çağından önceki kuşak için büyük yıldızların, unutulmaz maçların sahnesi… Çevredeki insanlarla olanları paylaşıp futbolun ötesine geçme hali… Bir nevi kutsal bir iletişim modeli. Belki de yeni dünyada çok da değer görmemesinin sebebi bu. Benim gibi bu durumu kabul etmek istemeyenlerin inadının sebebi de. Bu yüzden büyük anlardan önce o ritüeli canlı görmemi sağlayan gün aklıma geliyor: 1994 Dünya Kupası’nın açılış maçı Almanya-Bolivya. En büyük hayali oğluyla Dünya Kupası izlemek olan bir babanın heyecanı, çaylak bir futbolseverin televizyondan da olsa o büyülü organizasyon karşısındaki hipnoz hali… İzlediğim yedi Dünya Kupası’nın en kötü maçları listesine dahil olacak bu maç, “Dünya Kupası nedir?” sorusuna cevabımın ilk satırları olduğu için hâlâ zihnimin en nadide köşesinde. / İlhan Özgen

Teşekkürler Frings

Hayır anne, mercimek çorbasının sırası değil. Zaten doktor yüzünden geciktik ve ben Dünya Kupası’nın açılış maçını kaçırdım. Bu yüzden hasta çorbasını içmektense, izninle televizyonu açmak istiyorum. Kumandayı elime almalı ve tatlı bir oksimoron trenine binerek Kanal 1’in kaçıncı kanalda olduğunu bulmalıyım. Tamam, sonunda... Sol üstte renkli '1' logosu ve önümde Almanya-Kosta Rika maçı. Şimdi, az önce ocaktan almış olduğun mercimek çorbandan bir kaşık alabilirim. Gayet lezzetli. Her ne kadar fazla limon, çorbanın yoğunluğunu almış ols… Yok artık Torsten Frings! Ne doktorun verdiği bir dolu ilaç ne de annemin dumanı tüten mercimek çorbası... Bir haftadır süren boğaz ağrımı biraz olsun unutturacak bir şey varsa, o da az önce 30 metreden attığın bu golden başkası değil. Bu yüzden ne kadar teşekkür etsem az. 16 yıl gecikmeli de olsa… / Arhan Ata Pilavoğlu

Elveda

Dünya Kupası benim için Zinedine Zidane'dır. 1998'de ilk kupasını seyreden biri olarak finalde attığı iki golü nasıl unutabilirim ki? Fakat kupayla Zizou'yu bir tutmamın sebebi sadece o değil. En başta, Fransa formalı Zizou spora bakışımı değiştirmişti. Her şeyi merkezden kontrol eden oyuncu fikrine hem basketbolda hem futbolda âşık olduğum yıllarda Zidane'ın orta sahadan bazen bir pasla, bazen bir dokunuşla, bazen de bir vücut çalımıyla oyunun seyrini değiştirmesini hayranlıkla seyrederdim. Aramızdaki bağ, 2006'da kusursuz bir sona gidiyordu. İspanya ve Brezilya'ya karşı oynadığı futbol, müzelere yakışır cinstendi. Sonra bir anda işler kontrolden çıktı. Kafa atan, kırmızı kart gören Zidane, kupaya bakarak sahadan çıktığında benim için sadece 2006 Dünya Kupası sona ermemişti. Bir çağ bitmişti. / İnan Özdemir

O Akşam Yemeğinden Beri

2010 Yazı, kupaya damga vuran bir tür arı vızıltısı, mahallemizin bakkalı ve 13 yaşlarında ben. Buradan ne gibi bir hikâye çıkacağını sakın ama sakın sormayın… Kader, kupaya sponsor bir içecek markasından çok nadir denk gelinen vuvuzela hediyeli o kırmızı kapağı Yılmaz Ailesinin sofrasına denk düşürdü, ama keşke düşürmese miydi? Hayatımın o anlarında benim için altından farksız o kapağı tabii ki yemeğin hemen ardından bakkala götürüyorum. Firmadan temin edeceğine dair garanti alıyor ve eve dönüyorum. Ve ardından, o günkü aklımla çalınmasının çok zor olduğunu düşündüğüm vuvuzelayı “Acaba ben bundan ses çıkarabilecek miyim?” merakı ile beklediğim günler geliyor. Maalesef bu bekleyiş kimi sebeplerle uzuyor, uzuyor... Ve ben, o akşam yemeğinden beri bekliyorum. Bakkal vuvuzelayı getirmiyor, bakkal vuvuzelayı getirmeyecek… / İsmail Yasin Yılmaz

Güzel Bir Yıl

2002, güzel bir yıldı. Dünya Kupası, tek derdi sokakta top oynamak olan çocuklar ve cesur büyükler için iki saç modelini beraberinde getirmişti. Ümit Davala ve Brezilyalı Ronaldo’nun başlattığı akımlar sokakları ele geçirmiş, iki takım da ‘moda ikonlarıyla’ yarı finale kadar gitmişti. Türkiye turnuvada sadece Brezilya’ya yenilirken; yıldızlar topluluğu finalde Almanya’nın karşısına çıkacaktı. Sambacılar birkaç kupa sonra mabetleri Maracana’da Almanya’dan 7 gol yiyeceklerinden henüz habersizdi. Finaldeyse hikâye belliydi. Almanya’nın turnuvadaki yıldızı Oliver Kahn, Ronaldo’yu durdurabilecek mi? Ronaldo, son finalin izlerini silebilecek mi? Ronaldo’nun arka arkaya gelen golleri, iki soruya da cevabı vermişti. O günlerde ‘Fenomeno’yu yıpranmış dizlerinden bihaber izleyen çocukların hepsi saçlarını kestirmese de top oynarken artık o olmaktan başka çare yoktu. / Emre Gürkaynak

Sevinç Çığlıkları

Futbolun insanları ne kadar birleştirdiğini, aslında 22 adamın bir topun peşinde koşmasından daha fazlasını içinde barındırdığını ilk anladığım an 2002 Dünya Kupası’ndaydı. Turnuvanın başladığı ilk günlerde okul kantininin bir kahveye dönüşmesiyle birlikte; Brezilya ve Kosta Rika maçlarını 37 ekran televizyondan izlerken futbolun büyüleyici yanıyla tanışmaya başlamıştım. Hasan Şaş’ın Brezilya’ya attığı gole sevinmemesinin ne kadar ikonik bir an olduğunu yıllar sonra kavramış olsam da maçların okulda yarattığı atmosfer futbola olan sevgimin ilk adımlarıydı. 2002’nin en unutulmaz tarafı ise İlhan Mansız’ın Senegal’a attığı goldü. Uzatmadaki golün ardından kutlamak için evden çıktığımda yaklaşık bir kilometrelik mesafeyi sevinç çığlıklarını duyarak koşarken hissettiğim duygu, aradan yıllar geçmesine rağmen her zaman hatırladığım bir detay. / Arda Müldür

İhtimallerin Heyecanı

Pürüzsüz hatırladığım ilk Dünya Kupası olan Fransa 98’de bulmuştum onları. Hollanda’nın neşesi de renkleri de büyülemişti beni. 2002’yi kaçırışlarını, 2006’daki tatsızlıklarını, 2010’da Iniesta’nın bıraktığı yarayı hep yakından izledim. Dört yılda bir Hollanda ile seviyeli bir ilişkimiz vardı ama meslek hayatımın ilk dış çekiminde yollarımızın, onların topraklarında kesişeceğinden habersizdim. 2014’te Louis van Gaal herkesi şoka sokan Tim Krul kararını uygularken ben de Dünya Kupası yansımalarını haberleştirmek için Hollanda Başkonsolosluğu’ndaydım. Yarı finale yürürken çılgına dönmüşlerdi, keza o ânın büyüsüyle ben de. O gün Van Gaal haklı çıkmıştı ama dört gün sonra belki de tüm değişiklik haklarını penaltılara kadar bitirdiği için Arjantin’i finale yolladı. Hollandalılar da ben de dört yılda bir ihtimallerin heyecanına üzülüyoruz. / Canberk Atik

Fransan 98'in Öğrettikleri

1998 Dünya Kupası bana iki şey öğretti: Dünya Kupaları dört yılda bir olur ve kapanış törenleri vardır. Final günü Karadeniz Ereğli’de, abimin arkadaşının evinde hazırdık. Zidane kafa gollerini attı, Petit işi bitirdi ve ilk Dünya Kupam sona erdi. Ya da ben öyle sanıyordum. Kupa Fransa’ya verildikten sonra bir anda müzik tekrar başladı, sahada onlarca kişi dans ederek büyük bir coşku yaşıyordu. Abim “Can, şimdi yeni bir Dünya Kupası başlayacak” diyerek beni kandırma teşebbüsünde bulunmuş ve bunu başarmıştı. Heyecanla eskisinden dakikalar sonra başlayacak yeni Dünya Kupası’nı beklemiş, gerçeği öğrenince büyük hayal kırıklığı yaşamıştım. Abim beni birkaç yıl sonra aslında bir kanguru olduğuma ve bunu anlamamam için beni düzenli olarak tıraş ettirdiklerine de inandırmıştı. ‘98 Dünya Kupası bana dolaylı olarak iki şey daha öğretti. Ben bir kanguru değildim ve abim bazen doğruyu söylemiyordu. / Can Önduygu

Topun Başında Chilavert!

98 yazı… Yaş, 10. Arkadaşlarla düzenli olarak mahallenin altını üstüne getiriyoruz. Bir yandan Dünya Kupası oynanıyor. Arkadaşlarım oralı değil. Gündüz vakti maç var ama oyun oynamaya gitmemek ihanet gibi algılanıyor. Maçı izlemek için ‘hain’ bir plan gerekli. Annemi tembihliyorum. Maç saati geldiğinde beni bir bahaneyle eve çağırıyor. Maç dediğim de Paraguay-Bulgaristan. Dakikalar ilerliyor, hiçbir şey olmuyor. Derken Paraguay bir frikik kazanıyor. Ama bir saçmalık var: Topun başına kaleci geçiyor, Jose Luis Chilavert… Topa bir vuruyor, rakip kaleci uzak doksandan zor çıkarıyor. Maçta gol olmuyor... Ertesi gün çocukların yanına gidiyorum. Merdivenlerde oturuyoruz. Benimle konuşmuyorlar. Maça kaçtığımı anlamışlar. Zaten yakalanmışım, frikik kullanan kaleciyi anlatayım şunlara diye içimden geçiriyorum ama daha da bozulurlar diye cesaret edemiyorum. Oh, burada anlattım işte. / Mustafa Kavgacı

Zarafet

Dennis Bergkamp, son dakikada Frank de Boer'un neredeyse uzaydan düşen uzun pasını sanki dünyanın en basit şeyiymiş gibi tık diye kontrol etmişti. Futbolda ilk kontrolün her şeyi belirlediğini galiba ilk olarak o an anlamıştım. Bergkamp o mükemmel ilk kontrolü sayesinde önce Roberto Ayala'yı geçmiş ve hemen akabinde de ayağının dışıyla uzak köşeden topu ağlara yollamıştı. Bu sanırım tanıklık ettiğim ilk olağanüstü Dünya Kupası ânımdı. Dokuz yaşındaydım. Maçı birlikte izlediğim dedem, mutfağa çayını tazelemeye gitmişti. Bergkamp golü atınca, “Dede, çabuk gel!” diye bağırmıştım. Bu ânı kaçırdığı için çok üzüldüğümü hatırlıyorum. Dedem hayatımda tanıdığım en zarif insandı, Bergkamp da gördüğüm en zarif futbolcu. Zarafet güzel şey. İz bırakıyor, unutulmuyor. Hele bugünlerde... / Onur Özgen

İlk Tribün

Hafta sonu lig maçlarını izlemek, bizim evde uzun süredir devam eden ve sanırım en sadık kaldığımız ritüel. Babamla Fenerbahçe maçı izlemek hâlâ hayatımın en büyük keyiflerinden biri. İzlediğim ilk maçı hatırlamıyorum, muhtemelen Fenerbahçe maçıdır ve babam yanımdadır. Ritüelimiz dışındaki ilk ‘tribün’ deneyimimde ise ekranda bir Dünya Kupası maçı vardı... Okula başladığım ilk yıldı. Tatil yaklaşmıştı, dersler boş geçiyordu. Beden eğitimi öğretmenimiz maçlar için okulun en üst katındaki geniş bir alana projeksiyon kurdurmuştu. Neredeyse bütün okul Türkiye-Çin maçını izlemek için orada toplandık. Golleri kimin attığını hatırlamasam da maçın başında öne geçtiğimiz aklımda. Bir de Metin Hoca’nın “Sambacılar 5, Kosta Rika 2!” diye bağırarak, bize turu getiren maçın skorunu verişi... / Alptuğ Uslu

Hayallerimin Katili Carlos

Dünya Kupası biraz da bahis demek değil midir? Rusya 2018 öncesi kendime yönelttiğim bir soruydu bu. “Evet” cevabını verdikten sonra, hatırı sayılır bir gelir elde edeceğimden emindim. Hayallerime ilk sekteyi, henüz üçüncü günde, 1-1’lik Arjantin-İzlanda maçı vurdu. Neyse ki ertesi gün Almanya-Meksika ile Brezilyaİsviçre maçlarıyla gidişatı tersine çevirebilecektim. Ancak 0-1 ve 1-1’lik skorların ardından cebimde sadece tek bir kurşun kalmıştı ve belli ki aceleci bir karar verecektim. Oysa Kolombiya-Japonya mücadelesi öncesinde tüm işaretler net bir Kolombiya zaferini gösteriyordu. Ta ki Carlos Sanchez 3. dakikada kırmızı kart görene ve Japonya penaltıyla 1-0 öne geçene kadar... Evet, 14 Haziran’da başlayan kutlu yolculuğum sadece beş gün sonra böyle sona erdi; biraz şanssızlık, biraz aptallık ve cebimde koskocaman bir hiçle… / Onur Erdem

Mistik Öğe

1998'de futbola âşık olmuştum, 2002'de ise ülkem kupaya katılıyordu ve futbol en büyük aşkımdı. Aylar boyu o turnuva için kafamda sayaçla yaşadım. Her şeyi planlamıştım açılış maçı için. Okuldan eve gelişim maçtan çok az önceydi. Cipsimi ve kolamı bir gün önceden almış, annemi de tam okul çıkış saatinde McDonald's ısmarlamaya ikna etmiştim. Eve geldiğimde her şey hazır olacaktı. Servise bindim. Kaza vardı. Maslak kilitti. Maç başladı. Radyo açıldı. Dinlediklerimi gözlerimi kapatıp canlandırmaya çalışıyordum. Sıra bendeydi. Servisten indim yarı yolda, servistekiler bağırmaya başladı. Servis evden daha yakın geldi. Servise koştum. Senegal'in gol attığını anladım. Eve koştum tekrarı izlemek için. Yetişemedim… Diop'un Fransa'ya attığı gol benim için garip bir mistik öğedir bundan dolayı. İzleyemediğim ama hiç unutmadığım gol. / Ozan Can Sülüm

Mutsuz Son

Kupa tarihinin en unutulmaz anlarından biri de 2010 Dünya Kupası çeyrek finallerindeydi. 2 Temmuz 2010 tarihinde Soccer City Stadyumu'nda karşılaşan iki takımın mücadelesinde favori Uruguay’dı. Gana ise Afrika kıtasında yapılan ilk Dünya Kupası'nda yarı finale kalabilen tek Afrika temsilcisi olmak istiyordu ve oldukça iyi bir kadroya sahipti. 1-1’lik skorla uzayan maçta uzatmalarda da denge bozulmayacak gibi görünüyordu ama son saniyelerde Gyan’ın kafası ağlara gitmek üzereyken Luis Suarez, tarihteki ikinci ‘Tanrı’nın Eli’ vakasını gerçekleştiriyor ve kırmızı kart görme pahasına takımı Uruguay’a son bir şans yaratıyordu. Sonrası mı? Asamoah Gyan’ın kaçırdığı penaltı, seri penaltı atışlarında yarı finale uzanan Uruguay, hikâyesi mutsuz sonla biten bir Gana… / Erman Yaşar

Sevinç Yumağı

Babamın Taksim Meydanı’nda bir gazete bayii vardı. Tam meydanda olduğu için sirkülasyon ve yoğunluk bir hayli yüksek seviyedeydi. Yabancı gazetelerle dergiler de satılmaktaydı, dolayısıyla gelen turist sayısı haliyle epey fazlaydı. Ben de okulun bitmesiyle beraber soluğu babamın dükkânında alıyordum. 2002 Dünya Kupası’nda Türkiye-Senegal maçının olduğu sabah ise meydana barkovizyonlar kurulmuş, öğle vakti meydan hıncahınç dolmuştu. Biz de babamla çalışanlar ve dükkâna uğrayan turistlerle beraber barkovizyonda o unutulmaz çeyrek final maçını izlemiştik. O gün gördüğüm kalabalıkla ve sevinç yumağıyla başka hiçbir yerde karşılaşmadım. Bir spor organizasyonunun ne denli etkin bir olay olabildiğini de o zaman anlamıştım. 2002, benim için unutulmaz bir hatıraydı. / Murat Gül

Kâbus

Büyük bir turnuvaya dair aklımdaki ilk imgeler 1990 Dünya Kupası'na ait olsa da kendimi bilerek izlediğim ilk Dünya Kupası, 1994'tekiydi. Farklı bir kıtada olması nedeniyle gündüz oynanmasının yarattığı şaşkınlık da o turnuvanın aklımda yer etmesinde büyük faktörlerden biriydi ama asıl neden, Roberto Baggio ve İtalya'ydı. Sadece 12 yaşındayken o takımı neden fanatik bir İtalyan gibi o kadar heyecanla izlediğimi anlamlandırmak kolay değil. Ama Baggio öyle bir figürdü ki beni kendine bir şekilde bağlamayı başarmıştı. Dolayısıyla Brezilya'ya karşı oynanan finalin bende açtığı yaralar da biraz bu yüzden oldukça büyük oldu. Kaçan penaltının Baggio'dan gelmesinden ziyade o vuruşla turnuvayı kaybetmek gecenin geç saatlerinde hıçkırarak ağlayan bir çocuğa neden olmuş ve o yaz benim için sadece o final nedeniyle bir kâbusa dönmüştü. / Emre Özcan

Duygusal Deneyim

Dün ne yediğinizi bile hatırlamakta zorlanabilirsiniz ama çocukluk hatıraları hiç silinmez. Ben de 6 yaşında izlediğim 1986 Dünya Kupası’nı detaylarıyla hatırlarım. Bu biraz da o dönem yaşananların yoğunluğundandır. Bir yıl önce, 5 Ağustos’ta babamı kaybetmiştik. Annem artık her yeri anılarla dolu yaşadığımız kent Mersin’de kalmakta zorlanıyordu. O yaz anaokulu biter bitmez İstanbul’da üniversite okuyan abilerimin yanına gitmiştik. Sokakta top oynarken, evde sürekli Meksika’daki Dünya Kupası maçlarını izliyorduk. Önce Rummenigge’nin isminden dolayı Federal Almanya’yı, sonra kaleci Pumpido’dan dolayı Arjantin’i tutuyordum. Akabinde Ceulemans’lı Belçika, Elkjaer’li Danimarka ve elbette Socrates, Zico ve Careca’lı Brezilya…. Saf katıksız duygusal bir deneyimdi. Abilerim, balık kraker, çokomilk ve bir de son noktayı koyan Maradona. / Caner Eler

Socrates Dergi