socratesXreflect_alt

İki Artı Dört

13 dk

Premier Lig, uzun süredir iki takımın başı çektiği bir organizasyon. Hareketli geçen bir transfer döneminin ardından bu sene farklı bir sonuç görebilir miyiz? Pek kolay gözükmüyor. Yine de işin derinine inmekte fayda var…

Premier Lig'de antrenörler, şatafatlı isimlerle eksiklerini giderdi. Kaybettikleri parçaların yerine yeni hamleler de plan dahilinde. Manchester City ve Liverpool, bıraktıkları yerden devam etmek istiyor. Onların yoluna taş koyabilecek dörtlü ise yapılanma ya da onarım aşamasında. 'Big 6' takımları günahları ve sevaplarıyla yine çok konuşulacak gibi…

Hanedanda Değişim Rüzgârları

Manchester City, Premier Lig'de bir kez daha rekorları kırmanın eşiğine gelmişti. Şampiyonlar Ligi finalini ise saniyeler içerisinde kaçırdılar. Tüm bunları yaparken tek eksiğinin golcü olduğu söylenen bir takımın, dünyadaki en potansiyelli iki santrfordan birini transfer ettikten sonra güç kaybettiğini söylemek ne kadar doğru, tartışılır. Yine de transfer dönemine gelenler kadar gidenlerin de damga vurması, Manchester ekibinin yeni sezona başlarken önceki yıllardan farklılaşacağını kanıtlamış oldu. Kâğıt üzerinde bakınca öyle gözükmese de...

Gabriel Jesus ve Raheem Sterling'in gidişine rağmen Erling Haaland'ın gelişiyle birlikte gol sayılarının aynı kalacağını ve hatta artacağını öngörmek absürt sayılmaz. Potansiyel transfer Marc Cucurella'nın sol bek meziyetleri sayesinde Oleksandr Zinchenko'nun aranmayacağını da… Her ne kadar bu senaryolar kâğıt üzerinde mantıklı gözükse de yine aynı denklemler futbolun teoride kalmadığının başka kanıtları. Zira hem Jesus hem de Zinchenko'nun City kariyerleri, sadece sayılarla açıklanabilecek kadar tekdüze geçmemişti. Gerektiğinde kilit anların başkahramanı oluyorlar, gerektiğinde ise sorun çıkarmadan yedek beklemeyi kabul ediyorlardı. İkinci adam rolünü benimseyebilecek en iyi birinci adamlardı ve böylesi takım oyuncularını her antrenör kadrosunda isterdi. City, aynı transfer sezonunda ikisini birden kaybetmişti.

Tabii işin bir de ana kahramanı vardı. Manchester ekibinin gol yükünü -yıllardır en istikrarlı şekilde- çeken Sterling'in ayrılığı, kanat bölgesinden sürekli gelen 10 ve üzeri gol sayısını kaybetmek anlamına geliyordu. Tamam, takıma yeni eklenen Norveçli golcünün varlığı tek başına bu açığı kapatabilirdi ama yaşanan tüm bu değişimler, son iki yılda 'sahte 9' sistemiyle topa sahip olma oyununu mükemmele taşımış ve başarıya da ulaşmış yapının değişmesi demekti.

Pep Guardiola elbette topa sahip olma prensiplerinden vazgeçmeyecek ancak neredeyse beş orta sahalı hücum düzeninin getirdiği kontrol oyunundan da uzaklaşacaktı. Bu nedenle son iki sezonu Premier Lig şampiyonluğu ile bitiren bu takımın kontrol oyunundan biraz olsun çıkacağını ama aynı zamanda 0-0'ları çok daha keskin bir şekilde oynayacağını öngörmek mantıksız sayılmazdı. Kısacası City, bu sezonki transferleriyle önceki sezonlarda yaşadığı bitiricilik ve keskinlik sorunlarını çözmüş ancak aynı şekilde sahip olduğu en büyük güç olan teknik yoğunluktan feragat etmek zorunda kalmıştı.

Başka bir çareleri de yoktu. Zira Jürgen Klopp'un dediği gibi futbol, mükemmel bir takım yaratmanıza izin vermezdi. Bu oyun -hayatta da olduğu gibi- hesaplı risklerin oyunuydu ve Pep Guardiola, iki sene sonra yeniden ortaya çıkabilecek tüm riskleri hesaplamak için işinin başına koyulmuştu.

Az Ama Öz

Liderlik, insan yönetimi, motivasyon, saha içi becerisi, yoğunluk antrenmanları… Jürgen Klopp'un teknik direktörlük becerilerini övmeye başladığınızda aklınıza bu ve benzeri çok farklı öğe gelebilir. Ancak Alman teknik direktörün uzmanlaştığı konulardan biri de takıma yeni katılan oyuncuyu kulübe ve yapıya en hızlı şekilde adapte etmektir. Son birkaç sene içerisinde transfer ettiği oyuncuların sanki birkaç senelik Liverpool'lu gibi mücadele etmesi tesadüf olamayacak kadar sık rastladığımız bir durum. Hücum oyuncularının anlık etki ile gol sayılarını bir anda yukarı çıkarması da… Yalnızca bu açıdan bakınca bile Darwin Nuñez transferinin rahat bir geçiş olacağını düşünmek kulağa çok yanlış gelmiyor. Fakat bu takımın çok uzun süredir sahte bir 9 numara ile oynadığını hatırlamakta da yarar var.

Coutinho'nun Barcelona'ya transferi sonrası 4-2-3-1'in en ucuna iyiden iyiye yerleşen Roberto Firmino, Liverpool kariyerinin başında Jürgen Klopp'un uzun seneler kullanacağı yapının en kilit isimlerinden biri olmayı başarmıştı. Seneler ilerledi, Alman antrenör formasyonunu biraz daha değiştirerek 4-3-3'e döndü, topa daha çok sahip oldu ve beklerini oyuna daha fazla sokmaya başladı. Bu süreçte Brezilyalı oyuncu gol sayısının azlığı nedeniyle kulübeye doğru kayarken yerine gelen Diogo Jota ve Sadio Mane, sahte 9 rolünü devam ettirmeyi sürdürdü. Bugün gelinen nokta ise takımın net bir golcüye sahip olduğunu ve takımın o golcünün etrafında da bir şeyler şekillendireceğini söylüyor olabilir.

Benfica'da gösterdikleriyle hemen her türlü gol vuruşunda mahir olan Nuñez, yalnızca ceza sahası içinde etkili olan bir golcü değil. Sıklıkla kendini sol kenara atarak kanat oyuncularına alan açması veya yılmadan savunma arkasına koşu atması, bu fikrin tezahürü. Uruguaylının sahip olduğu bu özelliklere gelişen bir bağlantı oyununun da eklendiği denklemde ortaya yeniden çok özel bir yapı çıkabilir. Şurası kesin: Hücum hattına kimi atsa tam verim alan Jürgen Klopp, eski alışkanlıklarını biraz olsun yıkarak yeni bir makine düzeni yaratmak zorunda. Ve bu zorunluluk, Alman çalıştırıcının uzun yıllar sonra en zorlu adaptasyon sınavı olmaya aday.

Bilinmezlik Gemisi

Cristiano Ronaldo kalacak mı? Frenkie de Jong gelecek mi? Lisandro Martinez, Premier Lig'in fizikselliğini kaldırabilecek mi? Söz, Manchester United'dan açıldığında cümlelerin sonundaki soru işaretlerini tek seferde gidermek ve net bir şekilde konuşabilmek hiç kolay değil. Birkaç haftadır devam eden belirsizlikler yüzünden bile Manchester ekibinin bu sezonu bir geçiş sezonu olarak göreceği şimdiden netleşmişe benziyor.

Erik ten Hag

Erik ten Hag

Kadrodaki nicelik fazlalığı ve nitelik azlığı yüzünden uzun süredir sıkıntı çeken United, Erik ten Hag'ın göreve gelmesi ile birlikte hocanın kafasındaki oyuna ayak uydurabilecek oyuncular ile anlaştı. Yapıya uygun olmayan isimlerle de yollar ayrıldı. Bu, şimdilik öncelikli plan olarak göze çarpıyor. Zira önceki senelerde bu sirkülasyonu bir türlü doğru şekilde kurgulayamayan sportif yönetim tarafı, her ne kadar çareyi hoca değiştirmekte bulsa da doğru bir yapı kurgulayabilmek için önce berrak bir felsefeye ve daha sonra da o felsefenin gerekliliklerini yerine getirecek somut hamlelere ihtiyaç duyulduğunu unutmuştu.

Toplu oyunda sol ayağı ile fark yaratabilecek en iyi stoperlerden biri olan Lisandro Martinez ile bu somut hamleleri atmaya çalışan United, şu ana kadar ne gelenler ne de gidenlerde istediği verimliliği sağlayabilmiş durumda. Yine de listede adı geçen oyuncuların Ten Hag'ın kafasındaki futbolla örtüşmesi, gelecek adına fena mesajlar vermiyor.

Oyuna genişlik katma konusunda yıllardır sınıfta kalan Wan-Bissaka için gelecek tekliflerin dinlenmeye başlaması, Frenkie de Jong için sınırların zorlanması ve Brentford ile ikinci baharını yaşayan Christian Eriksen'in kadroya katılması, Hollandalı antrenörün kafasındaki oyuna dair işaretler sunsa da böylesi büyük bir sirkülasyonu tamamlamak ve rekabetçi olabilmek için hocanın birkaç transfer döneminden fazlasına ihtiyacı var. Her şeyden önemlisi de Cristiano Ronaldo'nun takımda kalıp kalmayacağını bilmesine…

Büyüme Zamanı

Arsenal kadrosu, Big 6 içerisindeki en iyi kadro değil. En güçsüz kadro olduğunu söyleyenlerin sayısı da çoğunlukta. Ancak bu durum, onların Şampiyonlar Ligi potası için mücadele edemeyeceği anlamına gelmiyor. Zira geçen sezonun ilk haftalarında alınan kötü sonuçlara rağmen bağlı kalınan süreç, sezon ortasında meyve verebileceğini hissettirdi. Yaşanan savunma ve golcü eksiklerine rağmen…

Oyun kurulumunda Partey'yi merkeze alıp hata payı yüksek Xhaka'yı sola çekerek kaleden biraz daha uzaklaştıran Mikel Arteta, Odegaard'ı sağ içte konumlandırarak Norveçli oyuncuyu Martinelli, Saka ve Emile Smith Rowe gibi hücumcularla aynı anda kullanabileceğini gösterdi. Bu gösterge, santrforlarından bir türlü istediği skor katkısını alamayan Arsenal'ın en uçtaki oyuncusundan maksimum gol yerine azami düzeyde bağlantı katkısı istemesi anlamına geliyordu. Yalnızca bu açıdan bakınca bile Gabriel Jesus, doğru tercihti.

Brezilyalı golcü, City'de öğrendikleriyle Arsenal'ın yapısına hızlıca ayak uydurarak golcü kanat oyuncularına gerekli alanları açabilir, aynı zamanda 10 ve üzeri gol katkısı ile skor yapmaya devam edebilirdi. Arteta'nın hem etrafını hem de kendini yüceltecek bir oyuncuya ihtiyacı vardı. O ismi, en yakınında bulmuştu. Tıpkı Oleksandr Zinchenko'yu bulduğu gibi…

Arsenal

Arsenal

Ukraynalı sol bekle City'de çalışan Arteta, eski oyuncusunun takımına katacağı ilk şeyin karakter olduğunu söylüyordu. Londra ekibinin aradığı da tam olarak buydu. 2019'un son ayından bu yana inişli çıkışlı grafiğine rağmen sürekliliği olan bir yapı oturtmaya çalışan Arsenal, sonraki adıma geçmek için kilit anlarda sinmeyen oyunculara ihtiyaç duymuştu. Zira İspanyol antrenörün öğrencileri ne zaman bir eşik atlamak zorunda kalsa o eşiğin altında ezildi, büyümeyi gerektirecek anlarda küçüldü. Artık büyüme zamanı. Eski dostlar ve yeni eklemelerle.

Her Şeye Rağmen...

Şehre bir yabancı gelmemişti ama birisi yolculuğa çıkmıştı. Bu da muhteşem bir hikâye için yeterliydi. En azından Tolstoy böyle söylüyordu. Ve yere kapaklanan Pablo Mari'nin çaresizliğini görünce, Tolstoy'a hak vermeden edemiyordum. Chelsea, korkutucu gözüküyordu. Romelu Lukaku da öyle. Şampiyonlar Ligi'ni kazanan takıma, Avrupa'nın en elit beş santrforundan biri katılmıştı ve gelişi ile birlikte Maviler kazanmaya devam etmişti. Merseyside ve Manchester'dan sonra artık Londra'da da bir şampiyonluk adayı vardı. Ama geçmişi bu şehre yabancı olmayan o kişi, her geçen gün şehre yabancılaşmaya başlıyordu.

Romelu Lukaku'nun İtalya basınına verdiği açıklamadan sonra hiçbir şey aynı olmadı. Thomas Tuchel'in planları zarar gördü, milyon sterlinler verilen bir oyuncudan verim alınamadı, sakatlıkların sayısı arttı ve Rusya, Ukrayna'yı işgal etti. Dahası, sezonun sona ermesiyle düş kırıklıkları sona ermedi. Rüdiger'in vedası, problemlerin yeni sezona yansıdığının ilk göstergesiydi. Ardından Christensen Barcelona'nın yolunu tuttu ve aynı Barcelona, Chelsea'nin istediği hemen her oyuncuyu ellerinden aldı. Maviler hem oyuncuları elinde tutmakta hem de kadrosunu güçlendirmekte zorlanıyordu. Bu durum, kulübün yeni sahibi Todd Boehly'nin belirlediği transfer bütçesinin eklemelerden çok gidenlerin yerini doldurmak için harcanması anlamına geliyordu.

Kaybedilen stoperlerin yerini Koulibaly ve Kounde ile doldurmak isteyen Chelsea, en azından şimdilik Koulibaly'yi kadrosuna katmış durumda. Azpilicueta'nın olası ayrılığı sonrası savunma hattında ne olacağı ise belirsiz. En uca yapılan Raheem Sterling hamlesi de Lukaku'nun yeniden Inter'in yolunu tutmasından dolayı beklenen etkiyi yapmamış gibi gözüküyor. Ne olursa olsun, İngiliz oyuncunun Tuchel'in yapısında gol sayılarını çift hanelere çıkarmaması için herhangi bir sebep yok. En iyi günlerinden uzakta denilen Kalidou Koulibaly'nin savunma hattını güçlendirmemesi için de…

Hatta Chelsea, yaşanan her şeye rağmen gelecek sezon ilk dörtteki yerini rahatlıkla korursa da şaşırtıcı sayılmaz. Evet, Lukaku'da büyük zarara uğradılar. Evet, stoper hattını baştan aşağı değiştirmek zorunda kaldılar. Ve evet, hücum hattında soru işaretleri var ama bu fırtınada sağlam bir köke tutunmayı da başardılar. Tuchel'in kısa sürede yarattığı bu kök, her ne kadar Şampiyonlar Ligi'ni kazandıkları yakın geçmişten uzakta olsa da onları yeniden büyük sahneye taşıyacak hafızaya hâlâ sahip.

Talep-Sonuç İlişkisi

Antonio Conte, talepkâr bir teknik direktör. Oyuncularından her zaman maksimumunu talep ediyor, fiziksel olarak hırpalayıcı idmanlar yaptırıyor ve mental olarak takımını hep dinç görmek istiyor. Ancak İtalyan antrenörün talepleri yalnızca oyuncuları veya saha içi ile sınırlı değil. Conte, aynı zamanda birlikte çalıştığı yönetimlerden de her zaman bir şeyler istiyor. Inter örneğinde olduğu gibi taleplerinin yerine getirilmemesi durumunda bulunduğu kulüpten başarılı olmasına rağmen ayrılmaktan asla çekinmiyor. Tottenham örneğinde olduğu gibi bir sonraki kulübünü seçerken talepleri hakkında söz almadan o takımla herhangi bir sözleşmeye imza atmıyor. Kısacası, emin olmadığı bir gemiyle denize açılmaktan her zaman imtina ediyor.

Antonio Conte

Antonio Conte

Kasım 2021'de Londra'ya yeniden adım attığında da durum çok farklı sayılmazdı. İtalya'dan eski mesai arkadaşı Fabio Paratici'nin yoğun ısrarlarıyla İngiltere'nin yolunu tutmuş ancak rotasını belirlerken ocak ayı için bile birçok söz almayı ihmal etmemişti. Kış transfer dönemini bu vaatler ışığında hiç de fena geçirmeyen Tottenham, Conte sayesinde kadrosuna kattığı oyunculardan yüzde yüz verim almıştı. Bentancur-Höjbjerg ikilisi dörtlü hattın tandemini oluştururken, Dejan Kulusevski hem skor hem de savunma katkısı ile ocak ayının en özel transferlerinden biri olmayı başarıyordu.

Yine de yetmezdi. Talepler devam ediyordu ve etmeliydi. Zira İtalyan antrenörün 3-4-3'e geçtikten sonra elinde sağlam bir kanat beki olmadan sezona başlaması düşünülemezdi. Gücünü savunmadan alırken stoper hattını güçlendirmemesi de…

Bu düşünceler ışığında yeni sezona girerken Fabio Paratici, sözlerinin çoğunu tutmuşa benziyor. Clement Lenglet transferi, Perisic ve Spence ile kanat beklerine gelen eklemeler, yok fiyatına orta saha rotasyonuna nokta atışı yapılan Yves Bissouma ve şapkadan çıkan son tavşan Richarlison… Z raporu, geçen sezona çok iyi bir nokta koyan ve "Şu bölgelerdeki eksikleri de kapatsalar..." hissini veren Tottenham'ın o eksiklerini tamamladığını gösteriyor. Peki, bu eklemeler, onları şampiyonluk potasına sokmak için yeterli olacak mı? Rekabet ettikleri iki canavarın formunu düşününce kolay değil ancak Antonio Conte, talepkâr olduğu kadar gerçekçi de bir teknik direktör. Onun gerçekleri, rekabet edemeyeceği ortamlarda olma düşüncesinden her zaman uzakta…

Socrates Dergi